In the history of Islam after the martyrdom of Hz.Uthman, serious problems emerged among the Muslims, and two great wars took place between the Companions. While these events are called strife, this time is called the time of strife. The enemies of Islam who wanted to take advantage of this confused situation of the Islamic ummah, they engaged in various activities that they thought could harm Muslims in order to grow the seeds of strife among Muslims more. Zindīḳs are the (...) leading enemies of Islam. It was necessary for Muslims to recognize the zindīḳs, who were said to have made thousands of narrations on almost every subject. Therefore, Islamic scholars wrote many works about them. In fact the authors of tabaḳāt and ridjāl many of whom were hadith scholars, also mentioned zindīḳs in their works, such that these works were extremely useful in terms of knowing zindīḳs. In this article it was determined for whom the term zindīḳ was used in the works of tabaḳāt and ridjāl and also the situation of hadith transmitters who lived in the first three centuries of the hijri who are alleged to be zindīḳ are discussed. (shrink)
İdrak ve niteliği felsefenin en önemli problemlerinden biridir. İbn Sînâ hissî, hayalî, vehmî ve aklî olmak üzere dört farklı idrak mertebesi dillendirir. Buna göre insan nefsi nesnelerin suretlerini duyu yetileriyle algılar. Daha sonra bu suretleri hayal yetisine teslim eder. Akabinde akıl bu sureti barındırdığı maddî eklentilerden arındırarak aklî suretlerin oluşumu için gerekli zeminleri hazırlar. Daha sonra faal akıl insan nefsine aklî suretleri verir. İnsan zihninde duyularla algılanan bu kavramlardan başka kavramlar da vardır. Bu küllî kavramların yeri nesnel âlem değil öznel (...) âlemdir. İslam felsefesi geleneğinde Fârâbî ilk defa bu ayırımı yapar ve ma‘kūlleri birinci ve ikinci ma‘kūller diye iki kısma ayırır. İbn Sînâ da bu sınıflandırmayı benimser ve konu hakkında yeni açıklamalar getirir. İbn Sînâ, ikinci ma‘kūllerin sonraki dönemlerde yapılan felsefî ve mantıkî ayırımını her ne kadar dillendirmese de eserlerinden bu iki ma‘kūl türünün farklılığına teveccüh eder. Bu çalışmada İbn Sînâ felsefesinde idrak olgusunun gerçekleşme niteliği ele alınacak ve daha sonraki dönemlerde dillendirilen ikinci felsefî ma‘kūl anlamların İbn Sînâ felsefesindeki yeri açıklanacaktır. (shrink)
Yirminci yüzyılın son çeyreğinden itibaren ortaya çıkan “Kur’ân ansiklopedisi” başlıklı matbu çalışmaların sayısı her geçen gün artmaktadır. Kur’ân ansiklopedileri birçok dilde telif edilmiştir. Bu çalışma “Kur’an ansiklopedisi” başlıklı çalışmaların genel bir değerlendirmesini hedeflemektedir. Kur’ân ansiklopedileri; çalışmayı hazırlayanlara, muhataplara ve içeriklerine göre farklılıklar arz etmektedir. Kur’ân ansiklopedileri yazımında farklı yollar izlenebilmektedir. Bazı çalışmalar ferdi ürün olabilirken, grup yahut kurum çalışmalarına da rastlanabilmektedir. Ayrıca derleme hüviyetinde çalışmalar da bulunmaktadır. Bu çalışmaların muhatapları da; halk, akademik camia, gençler veya çocuklar gibi farklı gruplar olabilmektedir. (...) Kur’ân ansiklopedileri içerisinde, mushaf tertibince -muhtasar veya geniş- tefsir formunda olanlar, Kur’ân ilimleri şeklinde olanlar, soru-cevap tarzında olanlar ve sûre eksenli oluşturulanlar olduğu gibi, -ansiklopedilerin yaygın formatı olan- maddeler veya makaleler halinde yazılanlar da vardır. Maddeler/makaleler halinde oluşturulan ansiklopediler de farklı hacim ve içeriklere sahiptirler. Ayrıca, Kur’ân hakkında “ansiklopedik sözlük” tarzı çalışmalar da bulunmaktadır. Farklı içerik ve türlerle karşımıza çıkan bu çalışmaların -daha genel bir değerlendirme ile- başlıca iki türe ayrıldığını söyleyebiliriz. Kur’ân ansiklopedilerinden bir kısmı Kur’ân muhtevasına tahsis edilmişken; bazıları, Kur’ân ve tefsir okumaları veya araştırmaları rehberi şeklinde karşımıza çıkmaktadır. (shrink)
Fıkıh ve tasavvuf, bir insanın günlük yaşamı ile doğrudan alakalı olan iki disiplindir. Bundan dolayı İslam âlimleri, hemen her devirde bu iki alan arasında dinamik bir ilişkinin varlığını fark etmişler ve bu durumu daima göz önünde bulundurmuşlardır. Diğer taraftan söz konusu alanların temel kaynağının Kur’ân ve sünnet olması gerçeği de bu ilişkinin göz ardı edilememesinin nedenlerden biri olarak görülebilir. Bu minvalde çıkış noktaları itibariyle fıkhı ve tasavvufu bir araya getiren Kur’ân olduğu için, mutlaka ona yönelmek gerekir. Bu durumda, mevcut ahkâm (...) âyetlerinin mutasavvıflarca nasıl anlaşıldığı ve yorumlandığı hususu karşımıza çıkmaktadır. Meseleye teferruatlı bir şekilde vakıf olabilmek ve sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek için onun, ancak bir işârî tefsir özelinde daha açık bir şekilde ele alınması gerekir. Bu sebeple makalede örnek bir İşârî tefsir olarak Ḳuşeyrî’nin Leṭâifü’l-işârât'ında müellifin ilgili âyetlere hangi İşârî anlamları verdiği ve bu sayede fıkıh tasavvuf ilişkisini nasıl kurduğu somut veriler ışığında tespit edilmeye çalışılmıştır. (shrink)
Erken dönemlerden itibaren fıkhî meseleler üzerindeki tartışmalar, bir yönteme bağlı kalınarak icra edilmiştir. Tartışmalarda belirli soru ve cevap türlerine başvurulmuş, soruların tertibine özen gösterilmiştir. Bu sayede taraflar kendi görüşlerinin doğruluğunu, karşıt görüşün yanlışlığını çelişkiye düşmeden ortaya koymaya çalışmıştır. Bu çalışmada ilk olarak cedelden ve cedelin fıkha tatbikinden bahsedilmiş, sonrasında münâzaracı kimlikleriyle meşhur olan Hanefî fakihi Kudûrî ile Şâfiî fakihi Ebu’t-Tayyib et-Taberî arasında geçtiği rivayet edilen talâka dair bir münâzara inceleme konusu edilmiştir. Bu münâzarada, muhâlea ile boşanılan kadına, kadının iddeti esnasında (...) tekrardan ricî talâk yapılabileceğini savunan Kudûrî ile bu durumda talâkın geçersiz olacağını söyleyen Taberî’nin karşılıklı istidlal ve itirazları yer almaktadır. Bu tartışmanın temelini Kudûrî’nin muhâlea yapılan kadını ricî talâkla boşanan kadına kıyas etmesi oluşturmaktadır. Taberî bu kıyasın illetine yönelik mutâlebe, itirâz ve muâraza türü sorulara başvurmuş, Kudûrî ise kendi illetinin sıhhatini savunmaya çalışmıştır. Yer yer tartışma kurallarına atıfların yapılması yönüyle de önemli olan bu münâzara incelenirken, cedelin fıkha tatbikine dair kısımda zikredilen bilgilerin pratikte nasıl uygulandığına işaret edilmiştir. (shrink)
İnsan çok yönlü bir varlıktır ve onun bu çok yönlü oluşu bir açıdan özünde taşıdığı çift kutupların etkin uzantılarıyla açıklanabilir. Doğrusu, çift kutuplu insanda nedenler üzerinden işleyen faktörlerden biri benlik diğeri ise istençtir. İnsanı tanıma girişimlerinde etkin olan benlik ve istenç faktörleri, kişilik çözümlemesi yapan psikologlarca, sıklıkla gündeme getirilir. Benlik ve istenç, içinde insanlığı derinden etkileyen iki deneyim türü olarak savaş ve barışın da bulunduğu pek çok durumu yönlendiren özlere sahiptir. İnsanın çok yönlü oluşu söz konusu edildiğinde, onda, benlikleri harekete (...) geçiren güç istenci, hak istenci ve aşk istenci gibi kimi istençler akla gelebilir. Benlikleri yönlendiren bu istençler, aynı zamanda, savaş ve barış durumu konusunu tartışmada da önemli birer rol üstlenirler. (shrink)
Son dönem Osmanlı âlimlerinden olan 1860/70 Kastamonu doğumlu Ahmed Mâhir Efendi “Ballıklızâde” lakabıyla tanınmaktadır. O, 19. yüzyılda, Batı’nın pek çok yönde ilerleme gösterdiği ve Osmanlı’nın ise yaptığı ıslahatların yanında toprak kaybetmeye başladığı Meşrutiyet döneminde yaşamıştır. Âlim Ahmed Hicâbî’den dersler almasının ardından kendisi de dersler vererek pek çok öğrenci yetiştirmiş, Dâru’l-Fünûn İlahiyât Fakültesi ve Medresetü’l-Vâizîn’de on üç yıl tefsir ve kelam dersleri okutmuştur. Bunun yanı sıra Yargıtay üyeliği, hâkimlik ve milletvekilliği yapmış olan âlim, siyasi bir kişilik olarak da karşımıza çıkmaktadır. Yayınlanan (...) dört eseri bulunan Mâhir Efendi, Kastamonu’nun dini, siyasi, edebi alanlarda yetiştirdiği önemli şahsiyetlerdendir. Bu çalışmada öncelikle Meşrutiyet Dönemi ve bu dönemde tefsir ilminin konumu ele alınmıştır. İkinci olarak Ahmed Mâhir’in hayatına dair bilgiler aktarıldıktan sonra “Mu’cizât-ı Kur’aniyye” ve “el-Fâtiha fî Tefsîri’l-Fâtiha” eserleri özelinde tefsirciliği incelenmiştir. Ahmed Mâhir’in hem siyasi hem de dini bir yönünün olması ve bugün elimizde ona dair dört eserin bulunuşu onun araştırılmasını önemli kılmaktadır. Onunla ilgili tasavvufi yönünün vurgulandığı bir doktora tezi ile aynı kişi tarafından hazırlanmış bir makale yine tasavvuf sahasında yazdığı eser ile alakalı iki yüksek lisans tezi yapılmıştır. Onun dışında hayatına ve eserlerine dair özlü bilgiler veren kaynaklar olsa da bazı biyografik ya da literatüre yönelik çalışmalarda verilen kısa bilgiler dışında “Mu’cizât-ı Kur’aniyye” ve “el-Fâtiha fî Tefsîri’l-Fâtiha” isimli eserlerinin akademik bir çalışmanın konusu olduğuna rastlamadık. Bu durum da bu çalışmayı önemli hale getirmiştir. İncelememiz neticesinde Ahmed Mâhir’in özellikle “Mu’cizât-ı Kur’aniyye” eserine, dönemindeki siyasi ya da dini olumsuz durumları taşıdığını tespit ettik. Kur’an’ın mükemmelliği ve her şeyi içerdiği düşüncesinden hareketle ayetleri, bu durumları düzeltmek için kullanmıştır. “el-Fâtiha fî Tefsîri’l-Fâtiha” eseri ise bize hem o dönem Osmanlı tefsir birikimin izlerini göstermede hem de bu âlimin tefsir, hadis, edebiyata dair ilmi geleneğe sahip olduğunu göstermektedir. (shrink)
Hicri 2. asırda görülen ve klasik tasavvufun teşekkül etmesiyle birlikte eleştiriye konu olan bazı radikal zühd ve tevekkül uygulamaları bulunmaktadır. Bu uygulamalara, teşekkül ettikleri 6-7. asırlarda popülerleşmiş tarikatlarda nasıl bakılmaktadır? Araştırmamız bu sorunun cevabını Şâzeliyye’nin müessisi Ebu’l-Hasan eş-Şâzelî örneğinde aramaktadır. Onun sözleri ve uygulamaları, zühde ve tevekküle yoğun bir vurgu içermektedir. Yine özellikle onun erken Tunus dönemi katı bir riyazet ve mücahede içinde geçmiştir. Buna karşılık, geç Tunus döneminde ve Mısır döneminde dünya nimetleri karşısında bir tesahüle meylettiği söylenebilir. Ama bu (...) tesahülü mutlak bir tesahül olarak ele almak yanlıştır. Onun tesahülünün belli bazı şartlara ve sınırlara sahip olduğu görülür. Bu tesahül daha ziyade giyim, yeme-içme ya da kesbe izin verme gibi, gündelik hayatın artık sıradanlaşmış hususlarında görülmektedir. Başka bir husus da bu tesahülü, muhatabının katı bir zühd uygulamasından manevi olarak yararlanamayacağı öngörüsüne bağlı olarak önermesidir. Yanı sıra onun, kesbden uzak bir tecerrüd uygulamasına ve yine azıksız yola çıkma gibi uygulamalara da görece sınırlı da olsa izin verdiği görülür. Dolayısıyla Şâzelî, dünya nimetlerine ölçüsüzce açıklık anlamında bir tesahülü önermemekte ve bazen erken dönem zahidlerine atfedilerek eleştirilen bazı radikal zühd ve tevekkül uygulamalarına da kendi tasavvuf anlayışında yer vermektedir. (shrink)
Duygular; insanın epistemik, etik ve estetik yönleriyle doğrudan ilişkili varoluşsal özniteliklerdir. İnsan anlam-lı, değerli ve güzel bir hayat kurarken akılla birlikte duygulardan motivasyon almaktadır. Duygular, çok fonk-siyonlu yapısıyla insanın niyet, tutum, tavır ve eylemlerini belirleme, harekete geçirme, yönlendirme, etkile-me, dönüştürme, frenleme ve bazen de manipüle etme araçlarıdır. Bu nedenle ahlak başta olmak üzere insan eylemlerini problem edinen her araştırma, duyguları ele almak durumun¬dadır. İnsanı tam anlamıyla tanıma-nın yolu, pratik yaşantısı içerisinde ortaya çıkan duygusallığını anlamaktan geçer. Dolayısıyla teorik olanın durağanlığı ile (...) hayatın akışkanlığı arasındaki uçurumda duygular, felsefi bir soruşturmanın konusu olmakta-dır. Duygunun dinamik yapısını ve sınır çizilemeyen doğasını dilin sınırları içerisinde ifade etmek kolay değildir. Bu-nunla birlikte insan için duygular, kendini, evreni, doğayı, maddeyi, bireyleri, toplumları, iyiyi, kötüyü, değerli olanı ve olmayanı anladığı, olgu ve olaylarla başa çıktığı, pratik hayatını yönettiği, karar verme süreçlerinde, niyetlerinde, yönelimlerinde ve seçimlerinde etkin, tüm bu süreçlere içkin, dinamik, fonksiyonel ve bilişsel öznitelikler olarak öne çıkmaktadır. İnsan, günlük yaşamı içinde çok çeşitli duygu durumlarını tecrübe etmek-tedir. Böylece o, tecrübe ettiği bu duygu durumları ile sürekli değişen ruh hallerine sahip olmaktadır. Bu tec-rübeler, dış etkenlere bağlı olabildiği gibi insanın içsel dinamiklerinin etkisiyle de ortaya çıkabil¬mektedir. Sosyal yaşantısı itibariyle insan, duygusal tepkiler veren ve duygusal etkiler alan dinamik bir ahlak yaşantısı-na sahiptir. Bu bağlamda duygular, insanın kendi benliği ile yaşadığı toplumun benliği arasında denge kurma-sını sağlamakta ve insanın temel yönelimlerini belirlemektedir. Duygular, insana eylem motivasyonu kazan-dıran, onun tasavvurlarına, geçmiş, şimdi ve gelecekle ilgili değerlendirmelerine yön veren, harekete geçirici yetilerdir. Pişmanlık, bizzat benliğe yönelen ve onun ahlâkîliğini içsel olarak düzenleyip inşa eden ahlâkî bir özdenetim duygusudur. Bu duygu gerek bireysel ve gerekse sosyal yaşamda insanı etkileyen doğasıyla özel-likle ahlâkî değer dünyasında merkezi bir rol oynamaktadır. Pişmanlık, en yalın haliyle insanın geçmişteki eylemine ya da eylemsizliğine dönük olumsuz yargısını içeren acı bir his biçiminde ortaya çıkmakta ve keşke ifadesiyle dile gelmektedir. Pişmanlık duygusu insanda içsel tesirlerin etkisiyle oluşmaktadır. Çoğu ahlak duygusu gibi pişmanlık da hem fenomenolojik bir duyuş hem de bilişsel bir yargı içermektedir. Psikolojik ve kavramsal açıdan karmaşık bir duygu olan pişmanlık; üzüntü, hayal kırıklığı, özlem, nostalji ve bazen bir şey-den pişmanlık duymamanın verdiği rahatlama gibi bir dizi duyguyu ortaya çıkarmaktadır. Pişmanlık aynı zamanda güçlü, motive edici bir üzüntü ve işlerin istendiği gibi gitmediğine dair tutkulu bir şikâyet olarak da kendini gösterebilmektedir. O, bugünümüzü ve geleceğimizi şekillendiren genellikle geçmişe dönük bir acı deneyimidir. Pişmanlık, genellikle kişinin yaptığı şeyi onaylamadığını, farklı şekilde olmasını arzuladığını, üzüldüğünü, utandığını veya suçlu olduğunu ifade eden ve farkındalıkla ortaya çıkan bir duygudur. Pişmanlık, insanı geçmişteki ve şimdiki hatalarından ders çıkarmaya ve gelecekteki davranışlarını düzeltmeye teşvik eden, insanın özdenetim yeteneğinin bir parçasıdır. Bu duygu, kişinin kendi eylemleriyle ilgili içsel muhasebe-sinin bir sonucu olarak ortaya çıkan düzeltici ve iyileştirici ahlaki bir özdenetim duygusudur. Pişmanlık, insa-nın ahlaki doğasının zorunlu bir sonucudur. Bu duygu onun seçim yapabilen bir varlık olmasından, yani ahlaki özgürlüğünden kaynaklanmaktadır. Pişmanlığın oluşabilmesi için ahlaki eylemin en az iki seçenek arasından yapılacak bir seçim sonucunda gerçekleşmiş olması gerekir. Bu nedenle, pişmanlığın ön koşulu özgürlüktür. Akıl ve duygunun düşüncelerimiz ve eylemlerimiz üzerindeki karşılıklı rolleri, özellikle pişmanlık olgusunda belirgindir. Dolayısıyla ister pratik ister teorik alanda olsun pişmanlık, sadece insanın duygusal yanıyla değil, bilişsel yanıyla da ilgili bir duygudur. Pişmanlığın, geçmişte yaşanmış veya bugün etkisi devam eden bir olgu üzerinde kişinin hatasını fark etmesiyle oluşan bir üzüntü hali olması, onun bir değerlendirme duygusu oldu-ğunu gösterir. Duyguların harekete geçirici yönü pişmanlıkta geriye doğru işlevsiz olacağından, bu teşvik edici yön gelecekte pişmanlık yaratan durumun tekrarını önleme yönünde kendini göstermektedir. Böylece geç-mişte yaşanan üzücü bir durum, olumsuzdan olumluya, yıkıcıdan yapıcıya doğru ahlaki bir evrime zemin hazırlayacaktır. Bu makalede duygu etiğinin ilkeleri, kavramsal ve kuramsal çerçevesi göz önünde bulundurulmak suretiyle pişmanlık duygusunun mahiyeti, değeri ve fonksiyonelliği felsefî açıdan analiz edilip yorumlanacaktır. Emotions are human attributes that are directly related to the epistemic, ethical, and aesthetic aspects of human beings. While man builds a meaningful, valuable, and beautiful life, gets motivation from emotions along with the mind. Emotions, with their multifunctional aspect, are means for determining, activating, directing, influencing, transforming, restraining, and sometimes manipulating human intentions, attitudes, and actions. For this reason, any research that treats human actions, especially morality, has to deal with emotions. The way to know the human being is to understand his emotions in his practical life. Therefore, in the gap between the stability of the theoretical and the dynamism of life, emotions become the subject of philosophical research. It is not easy to express the dynamic aspect and unbounded nature of emotion with-in the limits of language. However, for human beings, emotions are effective in their decision-making pro-cesses, intentions, orientations, and choices, in which they understand themselves, the universe, nature, matter, individuals, societies, goodness, evil, valuable and non-valued things, cope with facts and events, manage their practical life, stands out as dynamic, functional and cognitive attributes inherent in all these processes. Man experiences a wide variety of emotional states in his daily life. Thus, he has constantly changed moods with these emotional states he experiences. These experiences can be caused by external factors as well as by the influence of the internal dynamics of the human being. In terms of his social life, man has a dynamic moral life that gives emotional reactions and receives emotional effects. In this context, emotions enable man to establish a balance between himself and the self of the society in which he lives and determine his basic orientations. Emotions are motivating faculties that motivate a man to act and guide his imaginations, and evaluations of the past, present, and future. Regret is an emotion of moral self-control that addresses the self and internally organizes and constructs its morality. This emotion plays a central role, especially in the field of moral values, with its nature that affects man both in individual and social life. Re-gret, in its simplest form, appears in the form of a bitter feeling that includes the negative judgment of man's past action or inaction and is expressed with the expression of a wish. The emotion of regret is formed by the effect of internal influences in humans. Like most moral emotions, regret includes both a phenomenological sense and a cognitive judgment. Regret which is a psychologically and conceptually com-plex emotion, reveals a series of emotions such as sadness, disappointment, longing, nostalgia, and some-times the relief of not regretting something. Regret can also manifest itself as a strong, motivating sadness and a passionate complaint that things are not going as planned. It is an experience of pain, often retrospec-tive, that shapes our present and future. Regret is an emotion that arises with awareness, usually expressing disapproval of what the person did, wishing it to be different, upset, ashamed, or guilty. Regret is part of human self-control, which encourages man to learn from past and present mistakes and to correct future behavior. This emotion is a corrective and healing sense of moral self-control that arises as a result of one's internal accounting for one's actions. Regret is a necessary consequence of man's moral nature. This emo-tion stems from the fact that he is a being that can choose, that is, his moral freedom. For regret to occur, the moral action must have taken place as a result of a choice to be made among at least two alternatives. Therefore, the prerequisite for repentance is freedom. The reciprocal roles of reason and emotion on our thoughts and actions are particularly evident in the phenomenon of regret. For that reason, regret, whether in the practical or theoretical field, is an emotion related not only to the emotional side of human but also to the cognitive side. The fact that regret is a state of sadness that occurs when a person realizes his mistake on a phenomenon that has been experienced in the past or whose effect continues today, shows that it is an emotion of evaluation. Since the activating aspect of the emotions will be backward dysfunctional in regret, this incentive aspect manifests itself in the direction of preventing the repetition of the regretful situation in the future. Thus, a sad situation in the past will pave the way for a moral evolution from negative to posi-tive, from destructive to constructive. In this article, the nature, value, and functionality of the regret will be analyzed and interpreted from a philosophical point of view, taking into account the principles of emotion ethics, and its conceptual and theoretical framework. (shrink)
Excerpt from Grundlinien der Philosophie des Rechts, oder Naturrecht und Staatswissenschaft im Grundrisse Unb mit jener eifernen @raft gn (R)tanbe gebraebt toorben bie bor ?i[iem unfern %rennb anbgeicbnete, ibobi aber in ber [email protected], 2[norbnnng nnb in ber gang tonnbérbaren ecbiteftonif, mit ber jebe @eite unb jeber $ranm bebanbeit, in bern %ieif3e, ber jebem qbintet beb (R)ebänbeb angetoanbt ift, in bein einen ebenmiifgigen unb bocb toieber berfcbiebenen (c)tbte, ber bon ber (R)bitg;e [email protected] gur (R)rnnbtage ficb bewerten Iäfit, unb ber ba(R) (R)ange (...) jenen sbanten be [email protected] an bie (R)eite fetgt, bie aneb anf befä;ränften unb engen btätgen erricbtet, trot; bem bnrcb ibre @rbabenbeit bon ber 11rngebnng abgieben, unb naeb ibren (c)bben ben (c)inn 5n ricbten toiffen. I(R)enn [email protected] bat ber bentfcbe (R)eift niebt [email protected] begriinbet ober 311 begrünben berfncbt? Rnit ber (R)dpanfei unb bein (R)baten ift man bei nné trnnrer bei ber (R)anb, 2riffe 311 Einfügen (R)ebänben werben tbobt aa berfertigt, unb ibre 2in(R)fiibrnng bern C nfet ber niebt mebr baran benit übertaffen, aber fetten finb bie (R)ebanfen, tbeicbe bie 2ibftraftion abfcbtobrenb, aneb (R)eftatten Werben, feitener ber nn; ermnbiicbe (R)eift ber in jebe weitergefcbrittenefläerf bicbtnng feineé (R)tofieö bie %rifcbe be8 qinfangß unb ben bermebrten be6 bnrebianfenen $?reifeß bringt. About the Publisher Forgotten Books publishes hundreds of thousands of rare and classic books. Find more at www.forgottenbooks.com This book is a reproduction of an important historical work. Forgotten Books uses state-of-the-art technology to digitally reconstruct the work, preserving the original format whilst repairing imperfections present in the aged copy. In rare cases, an imperfection in the original, such as a blemish or missing page, may be replicated in our edition. We do, however, repair the vast majority of imperfections successfully; any imperfections that remain are intentionally left to preserve the state of such historical works. (shrink)
Bu araştırma hicri birinci asrın ilk yarısında varlık gösteren Basra’nın, fıkhıyla meşhur bazı sahâbîlere ev sahipliği yapmasına rağmen hadis ve fıkıh ilimlerinde, aynı dönemde öne çıkan Kûfe’den geri kalmasının muhtemel sebeplerine odaklanmaktadır. Söz konusu sahâbe arasında öne çıkanlar, Basra’da on iki sene ikamet etmiş olan Ebû Musa el-Eş’arî ve dört sene bulunan İbn Abbas’tır. Mezkûr iki sahâbenin fıkhî müktesabatlarının yanında çok sayıda hadis rivayetine sahip olduğu da bilinmektedir. Ancak buna rağmen her ikisinin de İbn Mes‘ûd’un, Kûfe’de yaptığı etkiyi gösterdikleri söylenemez. (...) Araştırmada, Basra’da meskûn bulunan sahâbeyle ilgili rivayetlerin tahlil ve değerlendirmesine dayalı bir yöntem takip edilmiş olup, özellikle sahâbe ile tâbiînin ilmî ilişkilerine yoğunlaşılmıştır. Bununla beraber coğrafya ve kuruluş bakımından benzerlik gösteren Kûfe şehrindeki sahâbenin ilmî etkisi ve tâbiîn neslinin faaliyetleri bakımından bir takım karşılaştırmalarda bulunulmaktadır. Makalenin, konu hakkında öngördüğü birinci ihtimal, söz konusu sahâbîlerin ordugâh şehrinde yaşamanın gereği olarak fetihlerle meşgul olmalarıdır. Bu sonuç ilk olarak Ebû Musa el-Eş’arî’nin sireti üzerine yapılan incelemelerde ortaya çıkmıştır. Söz konusu ilmî gecikmeye sebep olan ikinci ihtimalin ise bahsi geçen sahâbenin ilimlerini yaymak adına aktif davranmamaları olduğu söylenebilir. Bu durumda sahâbenin ilmî kişiliklerinin önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Diğer bir ihtimal, Basra’daki tâbiîn neslinin, sahâbeden ilim alma hususunda sarfettikleri çabanın, Kûfelilere kıyasla daha az olmasıdır. Bahsi geçen durumda Basra’nın bedevî kabile yapısının önemli bir etkili olduğu düşünülmektedir. Konuyla ilgili zikredilebilecek son ihtimal ise ilmî yapının teşekkül etmeye başladığı süreçte vuku bulan fitne ve karışıklıklardır. Nitekim bir müddet valilik görevini yürüten İbn Abbas’ın, bu süre zarfında ilim ve eğitim faaliyetleriyle ilgilenemediği görülür. Özetle araştırmanın ulaştığı en önemli sonuç; Basra’nın hicri birinci asrın ilk yarısında, İbn Mes’ûd tarafından kurulan Kûfe’ye kıyasla hadis ve fıkıh ilimlerinde gelişmiş bir şehir olmadığıdır. (shrink)
Kavramlar doğru anlamlandırılmadığı takdirde meselelerin anlaşılması noktasında yanlış sonuçlara varmanın kaçınılmaz olduğu bir hakikattir. Fıtrat kavramı bu manada insanın neliği bağlamında başat kavram olarak her daim farklı değerlendirmelere konu olmuştur. İnsanın, gerek kendisini var eden Allah ile olan ilişkisi gerekse hemcinsleriyle ve içerisinde yaşadığı âlemle ilişkisi çerçevesinde bu kavramın anlam alanının tespiti yine ait olduğu dünya üzerinden yapıldığı zaman konu hakkında doğru sonuçların elde edilmesine imkân tanıyacaktır. Kur’ân ve hadislerde yerini bulan fıtrat kavramının anlam alanına yönelik çalışmaların bu alanlarda derinlemesine (...) tahlili noktasında söz konusu metinleri, kendi iç bütünlükleri ve birbirleriyle olan ilişkileri bağlamında meseleyi ele alması, en sağlıklı yol olacaktır. Bu çalışmada kavramın önce sözlük anlamı, türevleri üzerinden ele alınmış daha sonra Kur’ân ve hadislerde geçtiği durumları, belirtilen usûl üzerinden değerlendirmeye tâbi tutulmuştur. Sonuç olarak luğavî anlamı da dikkate alınarak fıtrat kavramı ile Kur’ân’da insanın Allah’la ilişkisine, hadislerde ise insanın doğasındaki sâfiyete ve insanlarla olan ilişkisinde dikkat gerektiren yönüne vurgu yapıldığı ortaya konulmaya çalışılmıştır. (shrink)
Bu kitapta, Ebû İshâk es-Saffâr’ın (öl. 534/1139) kelâmî görüşleri, Telḫîṣü’l-edille li-ḳavâʿidi’t-tevḥîd adlı eserinde Allah’ın isimlerinin anlamlarını açıklarken yaptığı yorumlar çerçevesinde ele alınmaktadır. Ebû İshâk es-Saffâr, 6./12. yüzyıl Hanefî-Mâtürîdî âlimlerinden biridir. Kelâma dair Telḫîṣü’l-edille eserinde esmâ-i hüsnâ konusuna ayrıntılı olarak yer vermektedir. İki cilt hâlinde yayımlanan bu eserin yaklaşık üçte birlik bir kısmını esmâ-i hüsnâ konusu oluşturmaktadır. Bu kısım incelendiğinde, Saffâr’ın Allah’ın varlığı, birliği ve sıfatları ile ilgili konular başta olmak üzere pek çok konuyu 175 esmâ-i hüsnâya dayanarak izah ettiği görülmektedir. (...) O, esmâ-i hüsnâ bölümünde yer vermediği bazı isimlere ise müstakil başlıklar altında değinmektedir. Örneğin el-Mütekkelim ismi kelâm sıfatını bağlamında ve halku’l-Kur’ân ile icâz’ul-Kur’ân gibi konularla ilişkili bir şekilde ele almaktadır. Bu isimler de listeye dahil edildiğinde sayı 178’e ulaşmaktadır. Bu durumda eserin yarısını esmâ-i hüsnâ konusu teşkil etmektedir. -/- Saffâr, esmâ-i hüsnâ bölümünde alfabetik bir sıra içerisinde ele aldığı ilâhî isimleri öncelikle lugavî (semantik) yönden izah etmektedir. Sonrasında ise değerlendirdiği ilahî ismi, bir kelâm konusu ile bağlantı kurarak kelâmî perspektifle açıklamaktadır Esmâ-i hüsnâ temelinde ele alınan konuların hilâfet meselesi hariç diğer kelâm bahislerini kapsadığı görülmektedir. Saffâr öncesi Hanefî-Mâtürîdî kelâm literatürü içinde esmâ-i hüsnânın bu kadar kapsamlı ele alındığı başka bir eser bilinmemektedir. -/- Bu kitap; üç ana bölümden oluşmaktadır. “Metodolojik Çerçeve” başlıklı giriş bölümünde çalışmanın konusu, önemi, amacı, yöntemi ve kaynakları hakkında bilgi verilmiştir. Birinci bölümde Saffâr’ın yaşadığı sosyokültürel çevre olan Mâverâünnehir bölgesi ile Buhara ve Merv şehirlerinin siyasî, sosyal ve dinî durumu ortaya konulmaya çalışılmıştır. İkinci bölümde esmâ-i hüsna konusunun anlaşılmasına temel oluşturan isim, tesmiye, müsemmâ, sıfat ve vasf gibi kavramlar ile esmâ-i hüsnânın sayısı ve ihsâsı gibi kelâmî tartışmalara değinilmiştir. Sonrasında Saffâr öncesi dönemde kaleme alınan esmâ-i hüsnâ litaratürü hakkında bilgi verilmiştir. Bölüm sonuna Saffâr’ın rivayet ettiği 178 ilahî isme dair ayrıntılı bir tablo eklenmiştir. Üçüncü bölümde öncelikle, Saffâr’ın esmâ-i hüsnâyı izah ederken dikkate aldığı kelâmî ilkeler tespit edilmeye çalışılmıştır. Sonrasında ise Saffâr’ın Telḫîṣü’l-edille’de ilâhî isimleri açıklarken ortaya koyduğu kelâmî görüş ve değerlendirmeler belirlenerek sistematik bir şekilde kategorize edilmiştir. Bu kapsamda ele alınan her konunun sonuna ilgili ilâhî isimleri ve bağlantılı olduğu tartışmaları içeren tablolar eklenmiştir. Sonuç bölümünde ise Saffâr’ın esmâ-i hüsnâ anlayışına dayanan kelâm yöntemine dair ulaştığımız sonuçlara yer verilmiştir. Bu kitapta onun, esmâ-i hüsnânın %75’inde kelâmî yorumlarda bulunduğu ve bilgi-varlık bahsinden âhiret hayatına kadar bütün kelâm konularını esmâ-i hüsnâ ile bağlantılı yorumladığı tespit edilmiştir. Ulaşılan bu sonuçlar, Saffâr’ın kelâm anlayışının ilâhî isimlerin yorumuna dayandığını ortaya koymaktadır. [his book discusses the theological views of Abū Isḥāq al-Ṣaffār d. 534/1139), within the framework of his comments on the meanings of Allah’s names, provided in his work titled Talkhīṣ al-adilla. Abū Isḥāq al-Ṣaffār is one of the Ḥanafite-Māturīdite scholars in the 6th/12th century. In his work titled Talkhīṣ al-adilla li-qawāʿid al-tawḥīd on kalām, he spared extensive space for al-asmāʾ al-husnā. Approximately one third of this work, published in two volumes, is devoted to al-asmāʾ al-husnā. An examination of the related section reveals that al-Ṣaffār explains many issues, particularly those related to the existence, unity and attributes of Allah, based on 175 al-asmāʾ al-husnā. He mentions some of the names that he does not include in the al-asmāʾ al-husnā section under separate headings. For example, the name al-Mutakallim is addressed within the context of the attribute of kalām and in relation to subjects, such as the khalq al-Qurʾān and i‘jaz al-Qurʾān. Upon the addition of these names to the list, the number names reaches 178. This means that half of the work deals with the subject of al-asmāʾ al-husnā. -/- al-Ṣaffār lists the divine names in alphabetical order and explains them semantically in the chapter of al-asmāʾ al-husnā. Then he goes on to clarify each divine name through a theological lens with a specific reference to the subject of kalām. In the pre-Saffar Ḥanafite-Māturīdite theological literature, there is no other work that addresses al-asmāʾ al-husnā in such an extensive way. -/- This book consists of three main sections. The first section titled “Methodological Framework”, elaborates on the focus, significance, purpose and method of the study, along with the sources used. The first part describes the political, social and religious status of Transoxiana (Mā-warāʾ al-Nahr) region and the cities of Bukhara and Marw, the sociocultural environment in which Saffar lived. The second chapter addresses various concepts, which promote the understanding of al-asmāʾ al-husnā, such as name, tasmiya, musammā, attribute and qualification in addition to the theological debates such as the number and iḥṣāʾ of al-asmāʾ al-husnā. Then, it provides information about the al-asmāʾ al-husnā literature produced in the pre- Ṣaffār period. The end of each chapter comes with a detailed table with the 178 divine names mentioned by al-Ṣaffār. In the third chapter, the author initially discusses the theological principles that al-Ṣaffār considered while explaining the essence of al-asmāʾ al-husnā. This section also determines and systematically categorizes the theological views and evaluations put forward by al-Ṣaffār while explaining the divine names in Talkhīṣ al-adilla. The tables with the divine names and the related discussions can be seen at the end of the discussion for each subject. The last section presents the conclusions reached, regarding the kalām method based on al-Ṣaffār’s understanding of the essence of al-asmāʾ al-husnā. The present study revealed that he made theological interpretations in 75% of the al-asmāʾ al-husnā and interpreted all theological issues ranging from the subjects of knowledge and existence to the Afterlife in connection with the al-asmāʾ al-husnā. These results indicate that al-Ṣaffār's understanding of kalām is based on the interpretation of the divine names.]. (shrink)
An infinite binary sequence X is Kolmogorov–Loveland random if there is no computable non-monotonic betting strategy that succeeds on X in the sense of having an unbounded gain in the limit while betting successively on bits of X. A sequence X is KL-stochastic if there is no computable non-monotonic selection rule that selects from X an infinite, biased sequence.One of the major open problems in the field of effective randomness is whether Martin-Löf randomness is the same as KL-randomness. Our first (...) main result states that KL-random sequences are close to Martin-Löf random sequences in so far as every KL-random sequence has arbitrarily dense subsequences that are Martin-Löf random. A key lemma in the proof of this result is that for every effective split of a KL-random sequence at least one of the halves is Martin-Löf random. However, this splitting property does not characterize KL-randomness; we construct a sequence that is not even computably random such that every effective split yields two subsequences that are 2-random. Furthermore, we show for any KL-random sequence A that is computable in the halting problem that, first, for any effective split of A both halves are Martin-Löf random and, second, for any computable, nondecreasing, and unbounded function g and almost all n, the prefix of A of length n has prefix-free Kolmogorov complexity at least n−g. Again, the latter property does not characterize KL-randomness, even when restricted to left-r.e. sequences; we construct a left-r.e. sequence that has this property but is not KL-stochastic and, in fact, is not even Mises–Wald–Church stochastic.Turning our attention to KL-stochasticity, we construct a non-empty class of KL-stochastic sequences that are not weakly 1-random; by the usual basis theorems we obtain such sequences that in addition are left-r.e., are low, or are of hyperimmune-free degree.Our second main result asserts that every KL-stochastic sequence has effective dimension 1, or equivalently, a sequence cannot be KL-stochastic if it has infinitely many prefixes that can be compressed by a factor of α<1. This improves on a result by Muchnik, who has shown that were they to exist, such compressible prefixes could not be found effectively. (shrink)
Bu araştırmada, ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin Din Kültür ve Ahlak Bilgisi dersine ve bu dersin öğretmenine ilişkin algılarını metaforlar aracılığıyla incelemek amaçlanmıştır. Bu çalışmada nitel araştırma desenlerinden fenomenolojik (olgubilim) desen kullanılmıştır. Verilerin analizinde içerik analizi tekniği kullanılan araştırmanın çalışma grubunu, ilkokul dördüncü sınıfta okuyan 234 öğrenci oluşturmaktadır. Araştırmanın örneklemi amaçlı örnekleme yöntemlerinden ölçüt örnekleme yöntemiyle belirlenmiştir. Araştırmada veriler, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi … gibidir/benzerdir; çünkü …”, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi öğretmeni … gibidir/benzerdir; çünkü …” biçiminde sorulmuş (...) iki sorudan oluşan yapılandırılmış bir formla toplanmıştır. Katılımcıların geliştirdikleri metaforların analizi; verilerin kodlanması ve ayıklanması, örnek metafor imgesi derlenmesi, temaların/kategorilerin geliştirilmesi, verilerin kodlara ve temalara göre düzenlenmesi, verilerin geçerlik ve güvenirlik analizlerinin yapılması, nicel veri girişlerinin ve analizlerinin yapılması ve bulguların yorumlanması aşamaları dikkate alınarak yapılmıştır. Araştırma sonuçları bir bütün olarak değerlendirildiğinde, ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi ile bu dersin öğretmenine ilişkin ortaya koydukları metaforların genelde olumlu yönde olduğu tespit edilmiştir. Özet: Metaforlar, insanların hayatı, içinde yaşadıkları çevreyi, olguları, olayları ve nesneleri nasıl gördüklerini farklı benzetmelerle açıklığa kavuşturmaya çalışan araçlardır. Metafor, herhangi bir şeyi başka bir şeye göre anlamlandırmak veya deneyimlemek olarak da açıklanabilir. Metaforların bireylerin çevrelerini algılamalarına ve karmaşık yapıları aydınlatmalarına yarayan zihinsel imgeler olduğu söylenebilir. Metaforlar soyut olay, olgu, ilke ve kuralları somut ifadeler, örnekler ve benzetmeler kullanarak açıklayan araçlardır. Çok sayıda verinin, bilginin ortaya çıkarılmasını, yorumlanmasını, aktarılmasını, yeni bilginin fark edilmesini sağlaması ve belirsizlikleri ortadan kaldırması metaforların bazı temel işlevleri arasında sayılabilir. Metaforların, karmaşık yapıları anlaşılır kılan, eğitimle ilgili algıları çeşitlendiren, öğretmenlerin rollerini betimleyen, öğretmen ve öğrencilerin eğitime ilişkin görüşlerini ortaya çıkaran benzetim araçları olma özellikleri bulunmaktadır. Bu çalışmada, ilkokul 4. sınıf öğrencilerinin, deneyimlerine bağlı olarak Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine ve bu dersin öğretmenine ilişkin zihin dünyalarında oluşturdukları algı ve tepkilerinin metaforlar aracılığıyla derinlemesine incelenmesi amaçlanmıştır. Bir ders ve bu dersin öğretmeniyle ilgili üretilen metaforlar, öğrencilerin eğitim-öğretim faaliyetlerine ilişkin algıları hakkında önemli fikirler verme potansiyeli taşımaktadır. Bu noktadan hareketle, bu çalışmada öğrencilerin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine ve bu dersin öğretmenine ilişkin duygu ve düşünce dünyalarında oluşturdukları anlamları sorgulayarak, eğitim-öğretim uygulamalarına ilişkin bakış açılarının analiz edilmesi hedeflenmektedir. İlkokul öğrencilerinin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi ve bu dersin öğretmeni hakkındaki algılarını metaforlar aracılığıyla irdeleyen akademik çalışmaya rastlanmamış olması bu çalışmayı özgün kılmaktadır. Eğitimde öğrencilerin algılarının özellikle ilkokul ve ortaokul dönemlerinde oluştuğu dikkate alındığında, öğrencilerin derslere ve öğretmenlere ilişkin algılarının erken yaşlarda tespit edilmesinin gerekli ve önemli olduğu söylenebilir. Bu çalışmanın, öğrencilerin bir derse ve o dersin öğretmenine ilişkin algılarını metaforlar aracılığıyla ortaya koyması bakımından literatüre katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Bu araştırma kapsamında öğrenciler tarafından üretilen metaforların, “nasıl bir öğretmen?” ve “nasıl bir ders?” sorularına verilmiş cevaplar olmasının da araştırmaya ayrı bir önem kattığı düşünülmektedir. Bu çalışmada nitel araştırma desenlerinden fenomenolojik (olgubilim) desen kullanılmıştır. Araştırmanın çalışma grubunu, 234 ilkokul dördüncü sınıf öğrencisi oluşturmaktadır. Çalışma grubu amaçlı örnekleme yöntemlerinden ölçüt örnekleme yöntemiyle belirlenmiştir. Araştırmada veriler, iki sorudan (“Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi … gibidir/benzerdir; çünkü …”, “Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi Dersi öğretmeni … gibidir/benzerdir; çünkü …”) oluşan yapılandırılmış bir form aracılığıyla toplanmış ve araştırmada elde edilen verilerin analizinde içerik analizi tekniği kullanılmıştır. Katılımcıların geliştirdikleri metaforların analizi; verilerin kodlanması ve ayıklanması, örnek metafor imgesi derlenmesi, temaların/kategorilerin geliştirilmesi, verilerin kodlara ve temalara göre düzenlenmesi, verilerin geçerlik ve güvenirlik analizlerinin yapılması, nicel veri girişlerinin ve analizlerinin yapılması ve bulguların yorumlanması aşamaları dikkate alınarak yapılmıştır. Araştırmada, öğrencilerin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine ilişkin toplam 46 metafor ürettikleri ve derse ilişkin olarak en sık tekrarlanan metaforun ise “Allah sevgisi” metaforu, olduğu; Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine ilişkin üretilen metaforların 6 kategoride toplandığı ve bu kategoriler içerisinde en yüksek frekansa sahip kategorinin ise “Huzur veren bir ders” kategorisi olduğu belirlemiştir. Katılımcıların Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenine ilişkin olarak ise toplam 52 metafor ürettikleri ve öğretmene ilişkin en sık tekrarlanan metaforun ise “Hoca”, metaforu olduğu; Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenine ilişkin üretilen metaforların 7 kategoride toplandığı ve bu kategoriler içerisinde en yüksek frekansa sahip kategorinin ise “Huzur veren öğretmen” kategorisi olduğu tespit edilmiştir. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersine ilişkin olarak üretilmiş olan metaforlar, dersin amaçlarının, içeriğinin, öğrenme-öğretme süreçlerinin ve ölçme-değerlendirme faaliyetlerinin birer kare çekilmiş fotoğrafları olarak değerlendirilebilir. Ders hakkında üretilen metaforlar, dersin önemini, öğrenci tarafından ne kadar önemsendiğini, hangi yönünün sevilip sevilmediğini, öğrencilerin derse yönelik istek ve beklentilerini ortaya çıkararak, öğretim programı hazırlayıcıların ve bu konulardaki karar vericilerin dikkatlerinin yönünü belirleyebilir. Bu araştırmada öğrenciler tarafından üretilmiş olan metaforlar, öğrenci gözüyle “nasıl bir ders?” sorusuna verilmiş cevaplar olarak da değerlendirilebilir. Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi öğretmenine ilişkin olarak üretilmiş olan metaforlar, öğretmenlerin kim olduklarını, nerede durduklarını, nasıl öğrettiklerini ve nasıl tanımlandıklarını ortaya çıkaran önemli araçlardır. Öğrenciler tarafından üretilmiş olan metaforlar, öğretmenlerin bir başka göz/gözler tarafından tanımlanmaları anlamına gelir ki bu da öğretmenin birçok açıdan kendisinin farkına varmasını ve kendisini daha tarafsız olarak tanımasını sağlayacaktır. Bu araştırmada öğrenciler tarafından üretilmiş olan metaforlar, “nasıl bir öğretmen?” sorusuna verilmiş cevaplar olarak da değerlendirilebilir. Araştırma sonuçları bir bütün olarak değerlendirildiğinde, ilkokul dördüncü sınıf öğrencilerinin Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi ile bu dersin öğretmenine ilişkin ortaya koydukları metaforların genelde olumlu yönde olduğu görülmektedir. Bu bağlamda, öğrencilerin söz konusu derse ve dersin öğretmenine yönelik olumlu algılara sahip oldukları, hem ders hem de dersin öğretmeni hakkında olumlu düşünceler taşıdıkları söylenebilir. Çok fazla olmamakla birlikte bazı metaforların ve bazı metafor açıklamalarının olumsuz olması, bazı öğrencilerin derse ve dersin öğretmene ilişkin bir kısım olumsuz duygu ve düşüncelere sahip olduklarını da göstermektedir. Öğrencilerin derse ve dersin öğretmenine yönelik olumlu duygu ve düşünceler içerisinde olmalarının başarılarının artmasına önemli oranda etki yaptığı gerçeği dikkate alınarak; Din Kültürü ve Ahlak Bilgisi dersi ve dersin öğretmeni hakkında olumsuz metaforlar üreten öğrencilerin bu yöndeki görüş ve düşünceleri ayrıntılı olarak değerlendirilerek olumsuz algılarının ortadan kaldırılması için gerekli önemler alınmalıdır. (shrink)
Grice bu yazıda temel olarak sezdirim kavramını incelemektedir. Sezdirim bir karşılıklı konuşmada konuşucunun, söylediği şey ötesinde dinleyicisine aktardığı düşüncedir. Konuşma sezdirimleri söz konusu olduğunda dinleyici, bir çıkarım sonucunda sezdirimleri saptar. Grice'ın savı, bu çıkarımda nicelik, nitelik, bağıntı ve tarz olmak üzere dört grupta toplanabilen ilkelerin (maksimler) belirleyici rol oynadığıdır.
Çalışmanın amacı, ilahiyat/İslami ilimler fakültelerinde öğrenim gören öğrencilerin din-bilim ilişkisine yönelik yaklaşımlarının belirlenmesi için hazırlanan bir din-bilim ilişkisi tutum ölçeği geliştirmektir. Din-bilim ilişkisi din, bilim ve felsefesinin en önemli kesişim noktalarından birini oluşturmaktadır. Modern dönemde bu ilişkinin sorgulanmasına dair tartışmalar farklı unsurların etkisiyle oldukça ileri boyutlara ulaşmıştır. Son yıllarda ülkemizde bu durumun yoğunlaştığı çevrelerden biri de ilahiyat/İslami ilimler fakülteleridir. Özellikle Bu fakültelerin öğrencileri açısından meselenin farklı boyutlarıyla ele alınması önem arz etmektedir. Ancak çalışmalar ağırlıklı olarak teorik boyutta yürütülmekte olup, nicel (...) boyutların eksik kaldığı söylenebilir. Bu açıdan makale alanda yapılan ilk örnek konumundadır. Ölçek sorularının oluşturulmasında, din-bilim ilişkisine yönelik ortaya konan en kapsamlı çalışmalardan biri olan Ian G. Barbour’un dörtlü tipolojisi esas alınmıştır. Özellikle bu tipolojideki çatışma, ayrışma ve uzlaşma yaklaşımları belirleyici olmuştur. Üç farklı çalışma grubu oluşturulmuş ve Atatürk Üniversitesi İlahiyat fakültesinde öğrenim görmekte olan toplam 594 öğrenci ile çalışılmıştır. Ölçeğin geliştirilmesinde karma yöntem araştırmalarından keşfedici sıralı desen kullanılmış olup, dört adım bulunmaktadır. İlk adımda araştırmacılar tarafından maddeler yazılmış ve alan uzmanlarının görüşleri alınarak düzeltmeler yapılmıştır. İkinci adımda madde analizi için uygulama yapılmış, üçüncü adımda açımlayıcı faktör analizi için uygulama yapılmış, dördüncü ve son adımda doğrulayıcı faktör analizi yapılmıştır. Çalışmadan elde edilen bulgulara göre ölçeğin çatışma/ayrışma ve uzlaşma diye isimlendirilen iki alt boyuttan oluşan bir ölçek geliştirilmiştir. Ölçeğinin güvenirliği iç tutarlılık yöntemi ile analiz edilmiş ve her bir alt boyutu için cronbach alpha değerleri çatışma alt boyutu için.90, uzlaşma alt boyu için de.77 olarak hesaplanmıştır. Bu sonuçlar ölçeğin her bir alt boyutunun güvenilir olduğuna işaret etmektedir. (shrink)
[...] Rousseau bir yandan çağının yükselen değerlerinden yararlanırken diğer yandan bu değerlerin içeriden eleştirisini yapmayı başarabilen düşünürlerden biri olduğu için fikirleri ölümünden asırlar sonra bile önemini yitirmemiştir. Demokratik devletlerin meşruiyet krizinin giderek derinleştiği ve çoğunlukçu, majoritarian, ideolojilerin etraflıca sorgulanmaya başlandığı çağımızda, demokrasiyi çoğunluk kararına ek olarak “rıza”, “Yurttaşlık”, “sivil özgürlük”, “kamusal uzlaşı” ve “Genel İrade” kavramlarıyla birlikte ele alan Rousseau’yu yeniden okumak önemlidir [...] Rousseau-demokrasi ilişkisinin kazılıp ortaya çıkartılacağı bu metinde uğranılacak olan kavramsal duraklar sırasıyla: Eşitsizlik (doğal ve toplumsal), özgürlük (...) (doğal ve sivil), politik bütün (bodypolitic), Genel İrade, ortak iyi (common good) ve Egemen olmalıdır. Söz konusu kavramlar, Rousseau’nun onlara yüklediği özgün anlamları gözden kaçırılmadan sanki ilk defa karşılaşılıyormuşçasına bir zihin açıklığı ile okundukları zaman, onun demokrasi görüşü de gün ışığına çıkartılabilir. (shrink)
Bu çalışma, geleneksel din felsefesindeki kötülük probleminin gerçek değil sözde bir problem olduğunu, dolayısıyla çözümlemeye çalışmak yerine tasfiye edilmesi gerektiğini öne süren bazı yeni tarihli iddiaları değerlendirmektedir. Öncelikle ele alınan konu sözde problem dendiğinde ne kastedildiğidir. Bir problemin iki tarafının karşılıklı olarak aynı yanlış varsayımı yaptığı durumlar literatürde sözde problem olarak nitelendirilmektedir. Makalede bu anlamda sözde problemin türleri ve ölçütleri belirlenmektedir. Arkasından geleneksel kötülük problemini oluşturan argüman ortaya koyulmakta ve problem için getirilen çözüm önerileri tanıtılmaktadır. Makalenin son bölümünde, önceki bölümlerde (...) tanıtıldığı şekliyle kötülük probleminin, önceki bölümlerde tanıtıldığı şekliyle sözde problem ölçütlerini karşılayıp karşılamadığı incelenmektedir. Varılan sonuç, kötülük problemine yönelik sözde problem iddialarının savunulabilir olmadığı, problemi tasfiye etmek için ortada sağlam bir gerekçe bulunmadığıdır. (shrink)
Thomas Nagel’ın “Yarasa Olmak Nasıl bir Şeydir” makalesi ve “Hiçbir Yerden Bakış” adlı kitabı aşırı derecede alıntılanmış iki eserdir. Buradaki argümanlar sıklıkla bilincin öznel boyutunun nesnel-bilimsel bir açıklamasının tümüyle yapılabilmesinin mümkün olmadığını gösteren, veya fizikalizmin sıkıntılarını dile getiren, veya düpedüz fizikalizmin bir reddi olarak algılanmış veya kullanılmışlardır. Bu çalışmamda her üç algının da, değişen oranlarda, hatalı olduğunu savunuyorum. Tezimi savunabilmek için, söylediğim üç ana yorumun, her birini özetliyor ve bunların her birinin neden yanlış olduğunu gösteriyorum. Böylelikle Nagel’ın ana projesi olan (...) nesnel fenomenoloji önerisini öne çıkararak tüm bu hataların bu projenin genelde pek incelenmemesi veya incelendiğinde yanlış algılanmasına dayandığını ortaya koyuyorum. Bunları ikna edici şekilde yapmak için gösterdiğim gerekçeler nihayetinde Nagel’ın nesnel fenomenoloji projesi aracılığıyla “bilincin öznel karakterini nesnel bir şekilde açıklamaya çalıştığı” şeklindeki ikinci tezimi destekleyecektir. (shrink)
Bu yazı organ nakli ile ilgili şu soruyu ele almaktadır: Doktorlar sağlıklı bir kişinin organlarını alarak organ nakline gereksinim duyan birden fazla kişinin yaşamını kurtarırlarsa ahlaksal açıdan yanlış bir şey yapmış olurlar mı? Her ne kadar sağlıklı bir insanın organlarını alarak onun ölümüne neden olmak kabul edilemez görünse de bunu yapmamanın daha çok sayıda kişinin ölümüne neden olacağı düşünülürse ortada araştırılmaya değer bir soru olduğu görülür.
Thomas Nagel’ın “Hiçbir-Yerden Bakış Açısı” adlı kitabı çok alıntılanmış bir eserdir. Buradaki argümanlar sıklıkla bilincin nesnel-bilimsel bir açıklamasının yapılabilmesinin, en iyi ihtimalle, önündeki büyük ve yapısal sorunların dile getirilişi veya tümüyle imkansız olduğunu gösteren akıl yürütmeler olarak algılanır. Bu iki yanlış algıyı özetlememin ardından her ikisinin de neden hatalı olduğunu gösteriyorum. Bunu yaptıktan sonra her iki hatanın nedenlerini birden yaratan ortak bir neden daha olduğunu gösteriyorum. Bu nedenin Thomas Nagel’ın nesnel fenomenoloji önerisinin ya belirsiz veya saçma bulunarak bir kenara bırakılması (...) ya da hepten reddedilmesi olduğunu savunuyorum. Böylelikle nesnel fenomenoloji projesinin özünde deneyimin öznel boyutunun, nesnel bir açıklamasının verilebilmesini sağlayabilmek için bilinci açıklamakta halihazırda kullandığımız zihinselci terimler setinde kavramsal ve kuramsal yenilenme yapılması yönünde bir çağrı olduğunu gösterebileceğimi düşünüyorum: Nesnel fenomenoloji, öznel fenomenin kavramsal yenilenme aracılığıyla özneler-arası ulaşılabilirliğini sağlama projesidir. (shrink)
Çalışma Hıristiyanlığın Protestanlık mezhebinden doğan, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde kümelendiği gözlemlenen, İsrail’i ve Yahudileri orantısızca desteklemesiyle bilinen ve aynı zamanda İslam’a ve Müslümanlara karşı düşmanca yaklaşımları haiz “Hıristiyan siyonistlerini” ele almaktadır. Hareketin mahiyeti, doğuşu, teolojisi, faaliyetleri ve kendisinde mündemiç olan antisemitizm ile anti-İslamizm olguları incelenmektedir. Bulgulara göre, Hıristiyan siyonizmi çeşitli açılardan bakıldığında bir anomali teşkil etmektedir. Bunlardan en önemlisi, Yahudilerin ve Hıristiyanların yüzyıllarca birbirlerine en üst seviyede düşmanlık etmiş olan iki topluluk oluşudur. Hıristiyan siyonistler dünya tarihini Mesih’in zuhuruyla birlikte kurulacak (...) olan bin yıllık küresel krallık öncesindeki yedi bölüm olarak ele alan, sınırları büyük ölçüde İngiliz-İrlandalı teolog John Nelson Darby tarafından çizilen ve “premillennial dispensationalism (premilenyal dispensasyonalizm)” olarak bilinen teolojinin öngördüğü kıyamet senaryosuna inanmaktadır. Bu senaryo hareketin varlık sebebini, amaçlarını, dostlarını ve düşmanlarını belirlemektedir. Dost-düşmanlar olarak Yahudilerin buradaki rolü bazı çelişkiler ve ihtilaflar barındırırken, düşmanlar olarak Müslümanların rolü açıkça olumsuz bir görünüm arz etmektedir. Bunun sonucu olarak Hıristiyan siyonistler Müslümanları şeytanlaştırma eğilimine girmektedir. Her ne kadar dindaşları tarafından ahlak, siyaset ve özellikle teoloji eksenlerinde ağır eleştirilere tabi tutulsalar da Hıristiyan siyonistler emperyalist güçlerle olan uzun ittifaklarının da bir meyvesi olarak dünya politikasında kayda değer bir güce sahiptir. Hıristiyan siyonizminin mahiyeti ve dahi antisemitizm ve anti-İslamizm ile irtibatı konusunda Türkçe yazılmış eserlerin azlığına binaen çalışma literatürdeki bu boşluğu kapatma amacı taşımaktadır. Özet: İçinde bulunduğumuz dönemde anti-İslamizm kavramı ele alınırken kendisine özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) teopolitik dekorunda yer bulan “Hıristiyan siyonizmi” adlı grubun etkisine işaret edilmektedir. Bu grup literatür tarafından İsrail’i Yahudilerin vatanı olarak destekleyen Hıristiyanlar olarak tanımlanmaktadır. İsrail için Birleşen Hıristiyanlar (CUFI) gibi organizasyonlar aracılığıyla İsrail’in desteklenmesi noktasında etkin faaliyetler yürütmektedirler. Orta Doğu’da barışın tesis edilmesini inandıkları kıyamet senaryosunun önünde bir engel olarak gördükleri için kategorik olarak reddetmektedirler. Özellikle 19. yüzyılda başlayıp, 11 Eylül olayları ile birlikte ciddi bir ivme yakalayan ABD’deki anti-İslami hareketlerin büyük bir kısmı Hıristiyan siyonizmi ile ilişkilendirilen şahıslar tarafından başlatılıp desteklenmektedir. ABD’de yaklaşık 20 ila 30 milyon arasında Hıristiyan’ın bu ideolojiyi benimsediği tahmin edilmektedir. ABD dışında İngiltere, İskandinavya, Avustralya, Güney Afrika ve hatta Güney Kore ve Honduras gibi coğrafyalarda da taraftar bulmuşlardır. Birçok açıdan bakıldığında Hıristiyan siyonizmi bir anomali teşkil etmektedir. Bunun özünde Yahudilerin ve Hıristiyanların birbirlerine olan düşmanlıkları yatmaktadır. Yahudiler dini kaynaklarında Hıristiyanlığın en kutsal şahsiyetlerine ağır hakaretler ederken, Hıristiyanlar Yahudileri Tanrı katilleri olarak görmektedir. Ancak Hıristiyan siyonistlerin çoğunluğu İsrail konusunda adeta kraldan daha kralcı davranmaktadır. Hıristiyan siyonizminin teolojik zeminini incelemek isteyen bir araştırmacı eskatoloji (kıyamet bilimi), Armageddon savaşı, istiğrak, püritenler, premilenyalistler, dispensasyonalistler, fundamentalistler, restorasyonistler, evanjelistler, John Nelson Darby ve Cyrus I. Scofield gibi bazı kavram ve aktörlerle karşılaşacaktır. İrlandalı-İngiliz bir teolog olan Darby birçokları tarafından Hıristiyan siyonizminin kurucusu olarak görülmektedir. Hareket için hayati önem teşkil eden ikinci isim ise Cyrus Ingerson Scofield’dir. Scofield Reference Bible ’ı yayınlayarak Hıristiyan siyonizminin milyonlar tarafından benimsenmesine yol açmıştır. Hıristiyan siyonistler “premilenyal dispensasyonel teolojinin” gerçek olduğuna ve gerçekleşeceğine inanmaktadır. Buna göre dünya tarihi yedi çağdan oluşan doğrusal bir olgudur. İnsanlığın halihazırda altıncı çağda olduğuna, yedinci çağın ise çok yakında olduğuna inanmaktadırlar. Bu teolojinin öngördüğü kıyamet senaryosu Antichrist ’ın gelişi, Sahte Peygamber ve Şeytan ile birlikte cehennem teslisini kurması, Müslümanların da onlarla müttefik olarak hareket edip İsrail’e saldırmaları (Armageddon savaşı), Hz. İsa’nın gökten tekrar inerek İsrail’i kurtarması ve barışı tesis edeceği Milenyum Krallığı’nı kurması gibi öğeleri içermektedir. Siyonist olmayan Hıristiyan teologlar Hıristiyan siyonizminin teolojisini defaatle eleştiriye tabi tutmuştur. Yahudilerin seçilmiş ırk olarak görülmesi, Yeni Ahit’in bu ideolojiye destek vermemesi, “Armageddon savaşının” büyük mezheplerde karşılığının olmayışı ve hareketin Yahudi karakteri taşıması gibi sebepler yüzünden bazı Hıristiyan teologlar Hıristiyan siyonizmini heretik ilan etmiştir. Hıristiyan siyonizminin teolojisinin eleştirildiği bir diğer husus ise onun emperyal teoloji olarak yerine getirdiği işlev ile ilgilidir. Birçok düşünür Hıristiyan siyonizmi, Yahudi-Hıristiyan Batı anlatısı ve emperyalizm arasında sağlam bağlar olduğunu iddia etmektedir. Hıristiyan siyonizmi anomalisine bir açıklama getirmek isteyen şahıslar Hıristiyan siyonizmi içerisinde yer alan antisemitizme işaret etmektedir. Buna göre Hıristiyan siyonistler, Yahudilerin ve Yahudi devletinin kurulmasının gerçekleşmesinde hayati bir rol oynadığı kıyamet senaryolarını yürürlüğe koymak adına İsrail’i her şartta desteklerken, bu senaryo Yahudilerin kendisini Mesih gibi gösteren Antichrist tarafından yönetilmesini ve Yahudilerin çoğunluğunun Mesih’in gelişinden sonra ölmesini içermektedir. Aynı zamanda neredeyse daima İsrail yanlısı açıklamalar yapan bazı Hıristiyan siyonistlerin zaman zaman doğrudan antisemitik söylemlere başvurduğu gözlemlenebilmektedir. Bu sebeple Hıristiyan siyonistler ve Yahudiler arasındaki teopolitik ittifakın bir noktada bozulacak pragmatik bir ittifak olduğu iddia edilmektedir. Anti-İslamizm noktasındaki bulgulara göre Hıristiyan siyonistlerin %70’i Araplara karşı ya kayıtsız ya da düşmanca hisler beslemektedir. 11 Eylül’den sonraki dönemde İslam’ın şeytanlaştırılması operasyonu büyük ölçüde Robertson, Graham, Lindsey, Vines ve Falwell gibi Hıristiyan siyonistler tarafından gerçekleştirilmiştir. Yine İsrail’in 1948 yılında kuruluşu, Filistinliler için doğurduğu sonuçlara rağmen Hıristiyan siyonistlerin çoğu için bir kıyamet alametinin gerçekleşmesi anlamına gelmektedir. Hıristiyan siyonistlerin inandıkları kıyamet senaryosunda Müslümanlar ancak düşman saflarında savaşan Gog ve Magog olarak anlam bulabilmektedir. Onlar Şeytan, Antichrist ve Sahte Peygamber ’den oluşan cehennem teslisinin müttefikleridir. Filistinliler, Araplar ve Müslümanlar senaryonun gerçekleşmesi önünde doğrudan engel teşkil etmektedir. Bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde halihazırda Hıristiyan siyonistlerin İslam’a ve Müslümanlara neden bu kadar olumsuz yaklaştıkları hususu açıklık kazanmaktadır. Görüldüğü üzere karşı karşıya olunan, gerçek dünyadaki gerçek olaylar ve aktörler hakkında rasyonalizasyona ve değişime kapalı olan, son derece tehlike arz eden dini inançlardır. Hıristiyan siyonizmi üç dinin etkileşime girdiği, üç dinin de bağlılarını ilgilendiren bir fenomendir. Teolojik analiz hareketin Hıristiyanlık dininin kutsal metinlerini İsrail lehine yorumladığını, ancak siyonist olmayan Hıristiyan teologlarca desteklenmediğini göstermektedir. Emperyalist ajandalar dahilinde ABD ve İngiltere gibi devletlerce de destek bulan bu hareketin kıyamet senaryosuna göre Müslümanlar Şeytan’ın müttefikleri olarak kötülüğün tarafındadır. Hz. İsa’nın yeryüzüne dönüşüyle yenilecekler ve yok edileceklerdir. Milyarlarca dolarlık bütçeleriyle, sayıları on binlerle ifade edilen propagandist vaizleriyle, Kuran-ı Kerim yakmak ve Hz. Muhammed’e terörist demek gibi eylemleriyle, Yahudileri İsrail’i Filistinlilerden temizlemeye teşvik etmeleriyle, bu uğurda onlara ciddi bir finansal ve manevi destek sağlamalarıyla ve Batı devletlerini İsrail’in düşman olarak algıladığı Müslüman komşularıyla savaşmaya teşvik eden lobicilik faaliyetleriyle Hıristiyan siyonistler halihazırda İslam’ın yüzleştiği en ciddi meydan okumalardan birisini teşkil etmektedir. Bu hareketin zararlı sonuçlarıyla mücadele etmek için atılması gereken en önemli adım araştırmaları derinleştirerek kitleleri doğru şekilde bilgilendirmek olacaktır. (shrink)
Under the assumption that all "rules" are recursive (ECT) the statement $\operatorname{Cont}(N^N,N)$ that all functions from N N to N are continuous becomes equivalent to a statement KLS in the language of arithmetic about "effective operations". Our main result is that KLS is underivable in intuitionistic Zermelo-Fraenkel set theory + ECT. Similar results apply for functions from R to R and from 2 N to N. Such results were known for weaker theories, e.g. HA and HAS. We extend not only (...) the theorem but the method, fp-realizability, to intuitionistic ZF. (shrink)
Bu çalışmada Gilles Deleuze’ün Felix Guattari’yle iş birliğinden önce kaleme aldığı eserlere damgasını vuran Nietzsche okumasının anahtar kavramlarına odaklanılmakta ve Deleuze’ün Nietzsche alımlaması ile kendi fark felsefesi arasındaki ilişki açığa çıkartılmaktadır. Deleuze’ün okumasında öne çıkan temalar: Platonculuğun ters yüz edilmesi ve anti-felsefeye çağrı; nihilizmin aşamaları ve ahlaki değerlerin soybilimsel çözümlemesi; güç-istenci ve bedenin bir kuvvetler çokluğu olarak yeniden kavranması ve eleyici bir ilke olan ebedi dönüşün ‘kendinde fark’ı olumlaması şeklinde sıralanabilir. Bu konuların kesiştiği nokta Nietzsche’nin rasyonalizm karşıtlığıdır. Nietzsche, erken dönem (...) metinlerinden Tragedyanın Doğuşu ’nda, ‘Platonik İdea’nın ölü hakikatinin karşısına, kendini daima şeylerin oluşu vasıtasıyla yani görünüşün görünüşünde duyumsanabilir kılan varoluşun ‘ilksel birliğini’ koyar. Deleuze’e göre Nietzsche’nin felsefesi, yaşamın olumlanmasına yönelik anti-Platoncu bir başkaldırı niteliği taşır; çünkü o, “güç-istenci” ve “ebedi-dönüş” kavramları aracılığıyla görünüş dünyasına içkin dinamik ve yaşamsal ilkeleri, geleneksel felsefenin özne, özdeşlik ve temsil gibi kurgularına karşı savunur. Bu açıdan Deleuze, Nietzsche’nin güç istenci düşüncesini, bedeni ve dünyayı kuvvetlerin karşılıklı ilişkileri bağlamında yeniden yorumlamamıza olanak veren bir yaklaşım olarak değerlendirir. Ebedi dönüş öğretisi ise, bir yandan varoluşa içkin yazgıyı olumlayan, diğer yandan nihilist değerleri eleyen kozmolojik dönüşün şiirsel bir yorumudur. (shrink)
Özet: Bu yazı Paul Grice’ın 1967 yılında verdiği “Mantık ve Konuşma” başlıklı dersinin Türkçe çevirisinin okunmasına yardımcı olmayı amaçlamaktadır. Yazıda önce “Mantık ve Konuşma”nın arka planında yer alan dil felsefesi tartışmaları kısaca tanıtılmış sonrasında sezdirimler ve özellikleri, bağlam ve iletişimin ilkeleri gibi metinde geçen temel tartışmalar açıklanmıştır. En sonda ise “Mantık ve Konuşma”nın dil felsefesi ve dilbilimdeki etkilerinden kısaca söz edilmiştir. -/- Abstract: This paper aims at being helpful in reading the Turkish translation of Paul Grice’s 1967 lecture titled “Logic (...) and Conversation”. After introducing some relevant background discussions in the philosophy of language literature briefly, the paper explains the main discussions in “Logic and Conversation” such as implicatures and their features, context and principles of conversation. In the end, some influences of “Logic and Conversation” on philosophy of language and linguistics are briefly mentioned. (shrink)
Çılgınlık ve ona bağlı oluşan delirme Yunan tragedyalarında kullanılan temel olgulardan biridir. Özellikle de Sophokles ve Euripides’sin oyunlarında sıklıkla karşımıza çıkar. Delirme, baht dönüşümünde meydana gelen mani ve melonkoli halleriyle ortaya çıkmaktadır. İntihar eylemi bazı trajik kişilerde delirme eyleminin sonunda acıya dayanamayıp ortaya konulan eylem olarak gözükmektedir.
Bu çalışma, toplumsal ilişkilerde bireylerin birbirlerine karşı işlemiş olduğu kusurların telafi edilmesi ve bozulan ilişkilerin düzeltilmesinde özür dilemenin ahlâki bir değer olarak anlam ve önemine işaret etmektedir. Her insanın hata yapabileceğinin kabul edilmesi, özür dilemenin bir erdem olarak ortaya çıkmasına zemin hazırlayan en önemli unsurdur. Kişinin hatalı olabileceğini kabul etmesi, kendisini kimseden üstün görmemesi gerektiğini öğretir, bu tür hatalar yapmama konusunda istek ve irade uyandırır. Özür dilemek kişiyi, dürüst olmaya yönlendirdiği gibi başka insanlara değer vermenin, saygılı olmanın gerekliliğini anlatır. Suçlu, (...) kabahatli kişi, olayın olduğu ortam, mağdur ve kusurun durumuna göre farklı şekillerde özür dilendiği görülmektedir. Özür dilenirken kullanılan sözcüklerin ne anlama geldiği, tam olarak özür ifade edip etmediklerine değinilen bu çalışmada, özrün anlamı, ahlâki boyutu ve tövbe ile ilişkisine yer verilmiştir. Özür dilemenin gerekçelerinden söz edilerek, bir özürde bulunması gereken; özür dileme ifadesi, hesap verme, sorumluluğu üstlenme, onarım teklifinde bulunma ve tekrarlanmayacağına dair vaatte bulunma gibi özür dileme stratejilerine değinilmiştir. Dini geleneklerdeki tövbenin özürle benzerliğine vurgu yapılmış, özür ile affetme ilişkisi, tarafların benimsemeleri gereken tutumlar açısından değerlendirilmiştir. Son olarak bir değer ve nezaket kuralı olarak ailede özür dileme eğitiminin nasıl verilmesi gerektiğine ilişkin öneriler sunulmuştur. Özet: Bu çalışma, toplumsal ilişkilerde bireylerin birbirlerine karşı işlemiş olduğu kusurların telafi edilmesi ve bozulan ilişkilerin düzeltilmesinde özür dilemenin ahlâki bir değer olarak anlam ve önemine işaret etmektedir. Her insanın hata yapabileceğinin kabul edilmesi, özür dilemenin bir erdem olarak ortaya çıkmasına zemin hazırlayan en önemli unsurdur. Kişinin hatalı olabileceğini kabul etmesi, kendisini kimseden üstün görmemesi gerektiğini öğretir, bu tür hatalar yapmama konusunda istek ve irade uyandırır. Özür dilemek kişiyi, dürüst olmaya yönlendirdiği gibi başka insanlara değer vermenin, saygılı olmanın gerekliliğini anlatır. Özür dilemek, aslında özür dilemeye neden olan söylem, eylem ve uygulamaların adil, doğru, meşru olmadığını, hata yaptığını kabul etmek demektir. Özür dileyebilmek, öncelikle kişinin insan olduğunun anlaşıldığını gösterir. Her insanın hata edebileceğinin bilinmesini, bizim de hatalı olabileceğimizi kabul ettiğimizi ifade eder. Bu kişiye, kendisini kimseden üstün görmemek gerektiği anlayışını kazandırır. Ayrıca artık böyle hatalar yapmamak konusunda kendisinde bir arzu ve irade uyandırır. Özür dilemek, kişiyi dürüst olmaya zorladığı gibi başka insanlara da değer vermenin, saygılı olmanın gerekliliğini anlatır. Kendisinden özür dilenen kişi, mutlaka saygıdeğer biridir. Saygı gören kişi de mutlaka karşısındakine saygılı olur. Sosyal düzenin ve yaşamın temeli de karşılıklı saygıdır. Özür dileyebilmek, bireyin kendisine bakış açısını olması gereken noktaya çektiği gibi, diğer insanlara saygılı olma anlayışını kazandırarak sosyal düzenin sağlıklı işlemesine zemin hazırlar. Zira özür dileyebilmek aczin itirafı, dürüstlüğün, samimiyetin ifadesidir. Bu yönüyle özür dilemek bir fazilet ve erdemdir. Değerlerin kaybolup bencilliğin ve nihilizmin kuşattığı toplumunun, faziletliler, erdemliler, insanın değerini bilenler haline getirilmesi gerekiyor. İyi ve erdemli insan hiç hata etmeyen değil, işlediği hatadan dolayı özür dileyen ya da o hatayı affettirme yollarını arayan, hatasından dönen kimsedir. Özür dilemenin aslında sadece bir sorumluluk üstenmek değil insanın kendine güveninin de bir göstergesi olarak görmeli, vicdani bir muhasebe ve bir anlamda kişinin kendi kendini yargılaması olduğu da unutulmamalıdır. Başkasının ayağına basan, elbisesini kirleten rahatlıkla özür dileyebilirken, bir insanın hakkını elinden alan, hayatını zehir eden, geleceğini karartan kişinin pişmanlık, telafi, onarımdan oluşan kapsamlı bir özür dileme aklına gelmemektedir. Anne ve baba çocuğuna özür dilemesi gerektiğini söylediğinde, çocukta üzerinde düşünülecek bir süreç başlatılmış olacaktır. Çocuk eğer bunun gerekliliğine işaret eden ebeveyninin önünde özür dilerse bu çocuğun ahlâki eğitiminde önemli bir aşamadır ve o çocuğun söz konusu normları içselleştirdiğini ve bağımsız bir ahlâk muhasebesine giriştiğini gösterir. Çünkü o artık dışardan dikte edilmeden savunduğu bir değerin çiğnendiğini dolayısıyla özür dileme davranışında bulunmak için gerekli motivasyona sahip olduğunu anlar. Özür dilemenin önündeki en büyük engel kibirdir. Kadın erkek ilişkilerinde, kadınların daha kolay özür dileyebildikleri, kadınların erkekler gibi güçsüzlük ve kendilerini küçültme gibi bir anlayışa kapılmadıkları görülebilmektedir. Bir yönetici, bir patron, bir lider, bir başkan astından, emri altındakilerden özür dilediğinde otoritesinin ve saygınlığının azalacağını düşünerek bunu geciktirebilmekte veya yerine getirmemektedir. Ailede erkek, okulda öğretmen, kurumda yönetici, işyerinde patron vb. lider ve otorite sahibi kişiler geçmişi meşrulaştırmak, hataları unutmak ya da reddetmek, ahlâki olarak sorgulanmasını önlemek için yaptıklarını, söylediklerini görkemli gösterme ve kutsama yoluna giderek özür dilemekten imtina ederler. Bu da bize özür dileme anlayışının aileden başlayarak toplumsal bir kültür olarak içselleştirilmesinin önemini anlatır. Bireysel hatalar için günlük yaşamda özür dilendiği gibi kurumsal hatalar ve yaşanan kimi talihsiz olaylar için de özür dilenmelidir. Özür dileme, toplumlar arası ilişkilerde diyalog kültürünün yerleşmesi için uygun bir zeminin oluşturması ve bazı ortak değer ve çıkarların paylaşılması açısından ciddi bir potansiyele sahiptir. Özür dilemek toplumlar arasında hoşgörü, işbirliği ve barış içinde bir arada yaşama kültürünün gelişmesine önemli bir düzeyde katkı yapabilir. Özür gerektiren bir kusur işlendiğinde sadece olanı biteni anlamayı değil, fâilin de mağdurun duygularını ve anlayışını benimseyebilmesi için olay tek taraflı bir bakış açısı ile değil, bütün bir bağlamı ve taraflarıyla değerlendirilmelidir. Özürde; özür dileme ifadesi, hesap verme, sorumluluğu üstlenme, onarım teklifinde bulunma ve tekrarlanmayacağına dair vaatte bulunma gibi özür dileme stratejileri bulunmalıdır. Dini geleneklerdeki tövbe özürle benzerliklere sahiptir. Özür dilenmesi karşısında mağdur affetmekle suçluya karşı olumsuz duygularını azaltmakta ve ilişkiyi onarmaktadır. Özür dileme, mağdur için itibar koruyucu bir eylem olurken hatalı kişi için itibar zedeleyici bir eylem olmaktadır. Affetmek ve hata yapan kişinin itibarını korumak da önemlidir. Kültürel geçmiş gibi cinsiyet de kadın ve erkeklerin farklı özür dileme stratejileri tercih etmelerine sebep olmaktadır. Farklı özür dileme şekilleri yaş, gelir durumu, meslek, etnik köken gibi faktörlerden de etkilenmektedir. Özür dilenecek zamanı, ortamı, muhatabın ruh hali, iyi hesap edilmelidir. Bunlara yeterince özen gösterilmediğinde özür, amacına ulaşmayabilir ve bozulan ilişkiyi düzeltme imkânı kalmaz. Kişinin başkalarına, topluma ve çevresine karşı hata yaparak suçlu duruma düşmüş olabileceğini kabullenmesi ve bu durumda mağdurdan özür dilenmesi gerekliliği, çocuk yaşlarda ailede öğretilmelidir. Çocuk ailesinde ve çevresindeki insanları model alarak hata yaptığında özür dilemeli, kendisine karşı yapılan ve özür dilenilen durumlarda affedici olabilmelidir. (shrink)
Fasıl ve vasıl konusu, nahvin atıf konusuyla da ilişkili olarak cümlelerin bağlanma hususunu ele alan belagatın me‘ânî alanının önemli bir konusudur. Bu konuda, cümleler arasındaki anlam ilişkilerine dair bir takım kavramlar geliştirilmiş, cümlelerin bağlanmasıyla ilgili esaslar oluşturulmuştur. Bu konunun ele aldığı cümleler, aralarında sebep-sonuç, zıtlık, karşılaştırma vb. anlam ilişkileri bulunan cümleler değil, bu tür anlam ilişkileri dışında art arda gelen ve paragrafın oluşumuna katkı sunan cümlelerdir. Bu cümleler, bağlama dışında başka bir anlamı olmayan vav bağlacıyla veya bağlaçsız biçimde sıralanır. Bağlaçsız (...) sıralanan cümleler arasında modern dönemde noktalama işaretleri kullanılmaktadır. Fasıl ve vasıl konusu kendi kavramları ve sistematiği içerisinde cümlelerin bağlanmasını ve bağlanma esaslarını açıklamaktadır. Ancak bu tür cümlelerin ve bunların bağlanma konusunun Türkçe dilbilgisindeki karşılığı tartışılmamıştır. Çalışmanın bir kısmında bu konunun Türkçe kavramsal karşılığı teorik olarak tartışılmakta ve sıralı bağlı cümleler olduğu tespiti yapılmaktadır. Çalışmanın diğer kısmında ise fasıl ve vasıl konusunda ele alınan cümleler Türkçe dilbilgisi perspektifinden hareketle yeni bir bakışla sunulmaktadır. Sıralı bağlı cümlelerin noktalama işaretleriyle ilişkisi olduğundan fasıl ve vasıl konusundaki cümlelerin bu işaretlerle olan ilişkisi de açıklığa kavuşturulmaktadır. (shrink)
Kohlberg basamakları çerçevesine uymayan ahlâkî yargı sıklıkla geçiş basamaklarında değerlendirilmektedir. Bu konuların bir denge basamağında olmayıp, daha çok iç çatışma düzeyinde oldukları farz edilmektedir. Bu makalede, sözü edilen görüşe karşı çıkılmakta, 4 1/2 yargısının diğer herhangi bir ahlakî yargı tipinden daha tutarsız olmadığı ve Basamak 4 1/2'un ayrı bir basamak olarak kabulü gerektiği savunulmaktadır. Bu kabul ancak; ahlakî biliş mimarisinde ayrı bir köşe taşı olarak Basamak 4 1/2' u içine alan yeni bir basamak sınışandırması çerçevesi içinde mümkün olacaktır.
Mezhepler, İslam düşünce tarihinin -tenkid edilse dahi- bir parçasıdırlar. Bu oluşumların sâlikleri arasında onaylanması zor bazı olayların vuku bulduğu tarihi bir hakikattir. Bununla beraber mezkûr teşekküllerin İslam düşünce dünyasının oluşumuna büyük katkı sağladıkları da su götürmez bir gerçektir. Zira her farklılık beraberinde yeni tezleri doğurmuş ve her tez de peşinden anti-tezler geliştirmiştir. Fikri hareketlilikler de İslam düşüncesini başka bir medeniyete nasip olmayacak bir kültürel zenginlikle taçlandırmıştır. Bu meyanda Hâricîler, İslam düşünce tarihinin ilk ortaya çıkan oluşumudur. Hâricîler tarihi süreçte çeşitli etkenlerle (...) önce kendi içinde gruplara ayrılmış ve daha sonra bu gruplardan sadece İbâzîler günümüze kadar varlıklarını devam ettirmişlerdir. Teşekkül dönemlerinden itibaren Hâricîler entelektüel bir birikimden daha çok kılıç-kalkanla meşhur olmuşlardır. Bu durum onların ilmî faaliyetlere yeterince zaman ayırmalarını da engellemiştir. Bu sebeple tarihi süreçte oluşmuş olan Hâricî literatür diğer teşekküllere göre son derece azdır. Ancak Hâricîlerle aralarında bazı fikri yakınlıklar bulunsa da bu mevzuda İbâzîleri ayrı değerlendirmek daha sağlıklı sonuçlar elde etmenin yolunu açacaktır. Zira kaynaklarda Hâricî kategorisinde zikredilen eserlerin neredeyse tamamı İbâzîlere aittir. Ayrıca İbâzîler çoğunlukla Hâricîlerle beraber ele alınıp bir ayırıma gitmeden değerlendirilerek ilmi literatürlerinin az olduğu ifade edilmektedir. Hâlbuki nüfuslarıyla kıyaslandığında ortaya koydukları eserlerin azımsanmayacak miktarlarda olduğunu ifade etmek mümkündür. Yapılan taramalarda -son zamanlarda sınırlı miktarda bazı araştırmalar yapılmış olsa da- İbâzîler hakkında yapılan çalışmaların ülkemizde yeterli miktarda olmadığı akademik camiada malum olan bir vakıadır. Binaenaleyh bu araştırma, gerek İbâzî tefsir alanında çalışmalar yapacak araştırmacılara bir katkı sağlamak gerekse İslam toplumunun bir parçası olan İbâzîlerle ilgili ülkemizde eksikliği hissedilen araştırmalara bir yenisini eklemek gayesiyle yapılmıştır. Dolayısıyla bu çalışmada Hâricî ve İbâzî grupların tarihi süreçte bugüne kadar oluşturdukları tefsir literatürlerinin ele alınıp tanıtılması hedeflenmiştir. (shrink)
Bu çalışma, David Hume’un beğeninin bir standardı olduğu iddiasına yönelik incelememin ikinci aşamasıdır. Böyle bir incelemeye başlamamın nedeni, çalışmanın birinci aşamasının başından da söylediğim gibi, açık bir şekilde görülen beğeni farklılıklarına rağmen, tümevarımsal akıl yürütmeyi eleştiren deneyci bir filozof olan David Hume’un beğeninin bir standardı olduğunu iddia etmesidir. Deneyci bir filozof olduğu için, Hume’un bu standardı a priori ya da doğuştan idelere dayandırma olanağı yoktur. Diğer taraftan, Hume, tümevarımsal akıl yürütmeyi eleştirerek, deneyimden tüm insanlar için bir ölçüt olabilecek kesinlikte bir (...) bilgi ya da standart üretmenin olanağını neredeyse tamamen ortadan kaldırmıştır. İncelemenin birinci aşaması olan “David Hume’un Beğeni Standardı I: Farklılıklar ve Standart” başlıklı makalede, Hume’un beğeni farklılıklarına rağmen nasıl olup da bir beğeni standardı olduğunu iddia ettiğini ele almıştım. İncelememin ikinci aşaması olan bu çalışmada ise, Hume’un beğeni standardının sanat eserlerinin bazı nitelikleriyle insan zihninin doğal yapısı arasındaki bir uyuşmadan kaynaklandığı iddiasını ve bu standardı belirli niteliklere sahip ideal eleştirmenler üzerinden nasıl açıkladığını ele alıp, Hume’un beğeni standardı tartışmasının genel bir değerlendirmesini yapacağım. (shrink)
Bu çalışmada David Hume’un, insanların beğenileri arasında var olduğu açık bir şekilde görülen farklılıklara rağmen, beğeninin bir standardının bulunduğuna yönelik iddiası incelenecektir. Hume beğeni standardını, ilk kez, 1757 tarihinde yayımlanan Of the Standart of Taste başlıklı makalesinde ele alır. Hume’un söylediklerini tartışmalı hale getiren iki unsur vardır: Birincisi Hume gibi, deneyimden bilgi edinmenin en önemli olanaklarından biri olan tümevarımsal akıl yürütmenin temellerini sarsan bir eleştiri ortaya koyan deneyci bir filozofun, bir beğeni standardının var olduğunu iddia etmesidir, ikincisiyse, onun bu iddiasını (...) ortaya koyarken başvurduğu yolların tümevarımsal bir akıl yürütme içeriyor gibi görünmesidir. Bu nedenlerle, Hume’un beğeni standardıyla ilgili argümanlarını detaylı bir şekilde incelenmesi amaçlanmıştır. Ancak böylesi bir inceleme kapsamlı bir çalışmayı gerektirdiği için, bu inceleme iki aşama üzerinden gerçekleştirilmiştir. İncelemenin birinci aşaması, şu an karşınızda bulunan bu makale olup, burada Hume’un insanlar arasında beğeni farklılıkları olduğunu açıkça görmesine rağmen, nasıl olup da bir beğeni standardı olduğunu iddia ettiğini ele alınıyor. Hume’un bu beğeni standardının kaynağını nerede gördüğü; beğeni farklılıklarıyla bu standardı nasıl bağdaştırdığı; Hume’un beğeni standardının ortaya çıkmasını sağlayacaklarını iddia ettiği ideal eleştirmenlerin taşıması gerektiğini söylediği niteliklerin neler olduğu ve bunların Hume’un genel felsefi eğilimleriyle ilişkilerinin neler olduğu gibi konular bu makalede ele alınmamış olup, ayrı bir makale olarak sunulacaktır. (shrink)
Michel Foucault’nun çalışmalarının merkezi noktalarından birisini, Batı kültüründe insanların, özneye dönüştürülmesinin tarihini ortaya çıkarmak oluşturmaktadır. Diğerini ise, özneye dönüştürme tekniklerine karşı verilen mücadeleler, çeşitli iktidar tekniklerinin dayattığı bireysellik ve kimlikten kurtulmanın, özgürleşmenin imkânı oluşturmaktadır. İnsanları, öznelere dönüştüren süreçleri bir bütün olarak ele almak yerine, çeşitli nesneleştirme kipleri üzerinden incelemenin daha akıllıca bir yol olduğunu düşünen Foucault, çalışmalarında insanı özneye dönüştüren üç ayrı nesneleştirme kipine yoğunlaşır. Bunlar; kendilerine bilim statüsü kazandırmaya çalışan filoloji gibi araştırma kipleri, deli ile akıllı, hasta ile sağlıklı, (...) suçlular ile “iyi çocuklar” gibi “bölücü pratikler” olarak adlandırılan pratiklerde ortaya çıkan nesneleştirilme kipleri ve son olarak cinsellik gibi alanlarda bir insanın kendini özneye dönüştürme biçimindeki nesneleştirme kipleridir. İnsan, özneye dönüştürme süreçlerine girerken, iktidar ilişkilerine de dâhil olur. Çünkü bireyleri özne yapan iktidar teknikleridir. Özne sözcüğünün taşıdığı bütün anlamlar, boyun eğdiren ve tabi kılan bir iktidar biçimi telkin etmektedir. Bundan dolayı, özneye dönüşme süreçlerine karşı mücadeleler söz konusudur. Özne, iktidar ve şiddet arasındaki ilişkinin nasıl kurulduğuna dair düşünen Foucault, öznesi olarak tanıtıldığımız deneyimlerin kurulmasını gerçekleştiren bir iktidar alanı olduğunu, şiddetin de modern iktidarın kurumsal ağı içerisinde gelişen öznellik deneyimleri çerçevesinde her yere sirayet ettiğini belirtmektedir. İktidarın kurumsal düzeyde, düzenleyici ve denetleyici mekanizmalar sayesinde toplumsal ağın en uç yerlerine kadar sirayet etmesiyle birlikte şiddet, normlar, tüzükler ve prosedürler aracılığıyla belirli bir kapatma içinde gelişmektedir. Ancak, Foucault, şiddetin, iktidarın etkili bir aracı olduğunu kabul etse de, iktidarın esasını oluşturmadığını belirtmektedir. Bu çalışmada, Foucault’nun kuramsal çözümlemelerinden hareketle, özne, iktidar ve şiddet arasındaki ilişkiyi nasıl ele aldığı tartışılacak, onun düşünsel serüveni açısından önemli olan bu kavramların kendi tarih anlayışı bağlamında bir çözümlemesi yapılacaktır. Ayrıca, modern iktidar ilişkilerinin dayatmış olduğu öznellik deneyimlerine ve inceltilmiş şiddet araçlarına karşı verilecek direnişin imkânları sorgulanacaktır. -/- . (shrink)
Mutawatir seven qiraats or ten qiraats It dates back to the time of the Prophet, It is known that the Companions recited these different recitations by presenting them to the Prophet. Although the reading styles of the Com-panions seemed contradictory at first, these readings, which were seen as controversial after the approval of the Prophet, were accepted. It is observed that different recitations, which were read independently and wit-hout being gathered, in the first period, were combined and read collectively as (...) of the fourth century. There-fore, it is important to know which of these two styles is correct and to resolve the conflicts on the subject. It is understood that the disagreements on this subject are related to the differences in the places where the recita-tions are read, and that the scholars have adopted different opinions for this reason. The fact that the recitati-ons are read individually or collectively during the Qur'an education phase brings to mind the idea that these two styles can also be applied in prayers, ceremonies and events, and on television and radio. In this study, the opinions of those who prefer to read the recitations individually and those who prefer to read together by combining the recitations are given. and it is thought to clarify the disputes on this subject. Mütevâtir yedi kıraat veya on kıraatin Hz. Peygamber dönemine dayandığı, sahabelerin bu farklı kıraatleri Hz. Peygambere arz ederek okudukları bilinmektedir. Sahabenin okuyuş tarzları başta birbirine zıt gibi görünse de Hz. Peygamber’in onayından sonra ihtilaflı görülen bu okuyuşlar kabul görmüştür. İlk dönemde birbirin-den bağımsız olarak ve cem‘ edilmeden okunan farklı kıraatlerin, hicri dördüncü asırdan itibaren birleştirile-rek topluca okunduğu müşahede edilmektedir. Dolayısıyla bu iki tarzdan hangisinin doğru olduğunun bilin-mesi ve konuyla ilgili ihtilafların giderilmesi önem arz etmektedir. Bu konudaki ihtilafların, genel anlamda kıraatlerin okunduğu mekanların farklılığıyla ilgili olduğu ve âlimlerin bu nedenden ötürü farklı düşünceler benimsediği anlaşılmaktadır. Kur’an eğitimi safhasında kıraatlerin tek tek ya da topluca okutulması ve âlimle-rin her iki yöntemi de icra etmeleri, bu iki tarzın namazlarda, tören ve etkinliklerde, televizyon ve radyolarda da uygulanabileceği düşüncesini akla getirmektedir. Bu çalışmada ise, kıraatleri birebir okumayı tercih eden-lerle, kıraatleri birleştirerek topluca okumayı tercih edenlerin görüşlerine yer verilmesi ve bu konudaki ihti-laflara açıklık getirmesi düşünülmektedir. (shrink)
Thought experiments, one of the most effective ways of acquiring knowledge, are an intellectual tool frequently used by scientists or thinkers in their fields of study. Thought experiments used to respond to scientific issues are considered scientific thought experiments, while thought experiments used for philosophical problems are called philosophical thought experiments. In this context, firstly, the differences between scientific and philosophical thought experiments are determined in the article. In particular, philosophical thought experiments are often needed in discussions within the field (...) of epistemology. For this reason, in the rest of the study, the knowledge argument put forward against the idea of physicalism, which is one of the important views in epistemology and which claims that the natural world is basically physical and that everything can be explained by physical laws is included. The knowledge argument briefly argues that there are non-physical properties and information that can only be discovered through conscious experience. Accordingly, it is argued that someone who has all physical knowledge about another conscious may lack knowledge of what it would feel like to have subjective experiences of that entity such as qualia. Consequently, the main idea of the article is to reveal how an epistemological thesis has been questioned by various philosophers in the context of philosophical thought experiments such as Mary’s room, ‘What is it like to be a Bat’, The Martian and the Philosophical Zombie. - Bilgi edinmenin en etkili yollarından bir tanesi olarak değerlendirilen düşünce deneyleri bilim insanları ya da düşünürler tarafından kendi çalışma alanları içerisinde sıklıkla başvurulan düşünsel bir araçtır. Bilimsel konulara cevap vermek amacıyla gerçekleştirilen düşünce deneyleri bilimsel düşünce deneyleri olarak değerlendirilirken, felsefi sorunlara yönelik kullanılan düşünce deneyleri ise felsefi düşünce deneyleri olarak adlandırılmaktadır. Bu kapsamda makalede ilk olarak bilimsel ve felsefi düşünce deneyleri arasındaki farklılıklar belirlenmektedir. Özellikle, epistemoloji alanı içerisinde yer alan tartışmalarda felsefi düşünce deneylerine sıklıkla ihtiyaç duyulmaktadır. Bu nedenle çalışmanın devamında epistemolojide önemli görüşlerden bir tanesi olan ve doğal dünyanın en temelde fiziksel olduğu ve fiziksel yasalarla her şeyin açıklanabileceği iddiasında bulunan fizikalizm düşüncesine karşı ileri sürülmüş bilgi argümanına yer verilmektedir. Bilgi argümanı kısaca sadece bilinçli deneyim yoluyla elde edilebilen ve fiziksel olarak ifade edilemeyen öznel deneyimlerin ve özelliklerin olduğunu savunmaktadır. Buna göre, başka bir bilinçli varlık hakkında bütün fiziksel bilgiye sahip olan birinin, o varlığın qualia gibi öznel deneyimlerine sahip olmasının nasıl bir his olduğu konusundaki bilgilerden yoksun olabileceği fikri savunulmaktadır. Bu doğrultuda, makalenin temel savı fizikalizm gibi epistemolojik bir teze Mary’nin Odası, ‘Yarasa Olmak Nasıl Bir Şeydir’, Marslı ve Felsefi Zombi gibi felsefi düşünce deneyleri bağlamında çeşitli filozoflarca nasıl itiraz edildiğini ve düşünce deneylerinin bu bağlamda nasıl kullanıldığını ortaya koymaktır. (shrink)