İlimler, sanatlar ve mesleklerin mazisi tarihe konu olduğu gibi, tarih de farklı sahalara mensup kimseler tarafından kaleme alınmıştır. İslam toplumunda 3./9. yüzyıldan itibaren tıp ve tabipler tarihine dair eserler yazılmaya başlamıştır. Öte yandan, tabiplerin de çağının tanığı olarak tarih yazdıklarını görmekteyiz. İslam dünyasında tabiplerin tarih yazıcılığının ilk örneklerine Abbâsî Devleti’nde rastlamaktayız. Saray tabipleri halifelerin ve devlet ricalinin tedavisiyle vazifeli iken, aynı zamanda siyasi ve toplumsal hadiselere de bizzat yakından şahit olmuşlardır. Bu tabiplerden bazıları gördüklerini rivayet ederek tarih yazımına dolaylı yoldan (...) katkıda bulunmuş, bazıları ahbâr veya kronik türünden eser yazarak çağını kayıt altına almış, bazıları da hatırat kaleme alarak müşahedelerini gelecek nesillere aktarma yolunu seçmiştir. Bu araştırmada Abbâsî Devleti’nin ilk iki asrında sarayda tabip olarak hizmet etmenin yanı sıra tarih eseri yazan şahsiyetler tespit edilmeye çalışıldı. Bu tabiplerin dönemin tarih yazıcılığına ne tür katkı sağladıkları, kaleme aldıkları tarih eserlerindeki hususiyetler ve Abbâsî sarayında istihdam edilen tabiplerin gündelik yaşamlarının öne çıkan yönleri ele alındı. Özellikle Abbâsî sarayı tabiplerinden Huneyn b. İshak’ın tarihe kaynaklık eden hatıratı ve Sâbit b. Sinân’ın kroniği üzerinde duruldu. (shrink)
Sosyal bilimlerde sosyo-kültürel ve etno-sosyolojik araştırmalar geniş bir yer tutar. Bir grubun sosyo-kültürel ve etno-sosyolojik değişkenler özelinde kendisini nasıl tanımladığı araştırılan bir husustur. Türkiye’nin farklı bölgelerinde yaşayan alt kültür grupları bu değişkenler bağlamında incelenmiştir. Bu çalışma Türkiye’de yaygın bir şekilde yaşayan gruplardan biri olan Karakeçililerden, Siverek Karakeçilerini incelemiştir. Siverek Karakeçilileri; etnografik bir alan araştırmasıyla, kendi yaşam alanlarına katılım sağlanarak elde edilen verilerle incelenmiştir. Veriler MAXQDA nitel veri analiz programı aracılığıyla değerlendirmiştir. Mehmet Eröz 1982’de aynı grubu aynı alanda incelemiştir. Makalede; Eröz’ün (...) tespitleri ile araştırmacının tespitleri karşılaştırmalı bir şekilde ele alınmıştır. Böylelikle iki çalışma arasındaki uzun süre zarfı göz önüne alınarak, Siverek Karakeçililerinin yaşadığı değişim ve dönüşüm değerlendirilmiştir. Çalışma bu yönüyle özgünlük arz etmektedir. (shrink)
Popular culture continues fuelling public imagination with things, human and non-human, that we might beco-me or confront. Besides robots, other significant tropes in popular fiction that generated images include non-human humans and cyborgs, wired into his-torically varying sociocultural realities. Robots and artificial intelligence are re-defining the natural order and its hierar-chical structure. This is not surprising, as natural order is always in flux, shaped by new scientific discoveries, especially the reading of the genetic code, that reveal and redefine relationships between (...) life forms. However, for the first time, a new, artificial, species is being introduced into the existing diagrams, and, for the first time, it appears to hybridise the anthro-pocentric natural world order. (shrink)
My goal in this brief essay is not so much to defend White's controversial thesis, but to use it as a context for appreciating the significance of Pope Francis's new encyclical Laudato Si’. Considering it in the context of White’s thesis, will bring certain salient features into relief.
From the field of philosophy as a lifestyle, and of social subjectivity and interpretation as an investigative task, I first analyze autobiographical accounts in relation to social action and its meanings, that is, social subjectivity. Then, I present a reflection on the reconstruction of personal experience during the story, which culminates in the incorporation of myth, as a way of configuring the narrative from a highly plastic collective knowledge. I finish by presenting the methodological utility of the life story in (...) a praxeological research. (shrink)
Metafizik, felsefenin en temel disiplinlerinden birini oluşturmaktadır. Genellikle Aristoteles’ten itibaren onun konusu “varlık olması bakımından varlık” şeklinde kabul görmüştür. Ancak İslam düşünce tarihinde zaman zaman metafiziğin yerine kelamın üst bilim olarak kabul edilmesi gerektiğini düşünenler olmuştur. Dolayısıyla metafiziğin konusu kabul edilen “varlık olması bakımından varlığı” kelamın konusu olarak ifade etmişlerdir. Bu çalışmada söz konusu iddianın doğru olduğunu düşünen ve bu fikri oluşum çerçevesinde şekillenen filozof kelamcıların oluşturduğu felsefî kelam ekolüne mensup olan Kadı Siraceddin el-Urmevî’nin metafizik ilmine ve metafizik kavramlara yaklaşımı (...) ele alınacaktır. Dolayısıyla bu çalışma Urmevî’ye göre metafizik ve metafizik kavramlar ile sınırlı olacaktır. Urmevî üzerine yapılan bu çalışmayla, Urmevî’ye göre metafizik ilminin asli konumunun ve metafizik kavramların onun düşüncesindeki anlamlarının neler olduğunun belirlenmesi amaçlanmaktadır. Söz konusu meselelerin felsefî kelam ekolüne mensup olan bir düşünür tarafından ele alınış şeklinin belirlenmesi felsefî düşüncenin gelişim seyri açısından önem arz etmektedir. Fahreddîn er-Râzî çizgisinde yazılan Metaliû’l-Envâr ve Beyânû’l-Hakk adlı eserlerini onun felsefesini ortaya koyması ve metafizik kavramları geniş bir şekilde ele alması bakımından son derece dikkat çekicidir. Ayrıca metafizik ilminin on üçüncü yüzyıldaki konumunun anlaşılmasına da katkı sunacak olan bu çalışma ile Urmevî nazarında metafiziğin üst ilim olduğu görülmektedir. Ancak metafizik kavramlara yaklaşımı metafizik ilmine yaklaşımından farklıdır. Nitekim metafizik kavramlar hususunda İbn Sînâ’nın görüşlerine yer vermekle birlikte Fahreddin er-Râzî çizgisi ağır basmaktadır. (shrink)
Contrairement à une croyance trop répandue, le darwinisme et son prolongement au XXe siècle — le néo-darwinisme — ne portent pas sur une idée de l'évolution fondée sur la simple notion de « la survie du plus apte ». Si la théorie de la sélection naturelle est partie intégrante du néo-darwinisme, plusieurs de ses fondateurs seront en quête d'une conception beaucoup plus généreuse, pleine et compréhensive de l'évolution. En réalité, la révolution dite darwinienne s'insère au coeur d'une révolution intellectuelle beaucoup (...) plus importante : la révolution transformiste. Avant d'être des darwiniens, de dignes représentants de cette mouvance s'afficheront comme étant des transformistes. Cela signifie que, en plus des mécanismes de l'évolution biologique, d'autres éléments tout aussi cruciaux seront pris en considération`, dans l'élaboration d'une véritable synthèse évolutionniste : les rapports entre l'évolution biologique et l'évolution cosmique ; les interrogations portant sur la question d'une possible direction évolutive ; l'enseignement à tirer pour l'homme de sa place et de son rôle dans la nature. A la croisée de l'histoire, de la philosophie et de la science, cet ouvrage cherche à démontrer, à travers l'analyse des travaux de plusieurs néo-darwiniens de premier plan, que la révolution darwinienne demeurera incomplète aussi longtemps que la révolution transformiste le restera. (shrink)
Le Obiezioni contro la Teoria medica di G.E. Stahl, tradotte per la prima volta in italiano, rappresentano un documento di particolare interesse storico-filosofico. Da una parte Georg Ernst Stahl (1659-1734), medico, chimico, fisico, sostenitore di una fisiologia corporea a impronta “vitalista” e dall’altra Gottfried Wilhelm Leibniz (1646-1716), genio universale della matematica e della filosofia dell’età barocca. Il fulcro della polemica riguarda la possibilità di capire se e in che misura l’organizzazione meccanica di un corpo organico sia di per se sufficiente (...) a spiegare il fenomeno della vita “biologica”, o se invece si debba postulare la presenza di princìpi vitali capaci di integrare le leggi fisiologiche che strutturano la corporeità. A dispetto della lontananza storica, o anzi forse proprio in virtù di tale lontananza, la polemica tra Leibniz e Stahl ci aiuta a decifrare le radici di uno dei refrain più abusati di tanta filosofia contemporanea, il tema cioè della ‘naturalizzazione’ della vita e dello spirito. L’idea di espungere tutti gli elementi “soprannaturali” (l’anima, gli spiriti, etc.) dal novero delle spiegazioni scientifiche non è certo un’idea novecentesca e si confronta in questo caso non solo con la sua tesi opposta, ma soprattutto con una vasta gamma di soluzioni intermedie e di varianti non riduzioniste, di cui proprio la filosofia di Leibniz è uno splendido esempio. Il volume è accompagnato da un saggio di postfazione intitolato Vita e organismo tra filosofia e medicina: le ragioni di una polemica. (shrink)
We agree with Pickering & Garrod's (P&G's) claim that theories of language processing must address the interconnection of language production and comprehension. However, we have two concerns: First, the central notion of context when predicting what another person will say is underspecified. Second, it is not clear that P&G's dual-mechanism model captures the data better than a single-mechanism model would.
Kötülük probleminin, genellikle, ateizmin bir delili olduğu kabul edilir. Ancak bu varsayımın zorunlu olmadığının kanıtı olarak bazı düşünürler örnek gösterilebilir. Örneğin, literatüre kazandırdığı eserlerine baktığımızda kötülük problemininin kendisi için büyük bir problem olduğunu söyleyebileceğimiz günümüz din felsefesinin önde gelen düşünürlerinden Paul Draper, kendini agnostik olarak tanımlar. Draper, kötülüğün doğrudan agnostisizmi desteklediğini savunmaz, daha ziyade, ateizmi tek başına kanıtlayacak gücü olmadığını savunur. Açıktır ki, kötülük probleminin Draper için yeterince kanıtlama gücü olsaydı, kendisinin agnostik değil ateist olması beklenirdi. Kötülük probleminin, genel olarak, (...) ateizmle ilişkilendirildiği bir ortamda, Draper’in, agnostisizmi nasıl temellendirdiği ve kötülük probleminin neden zorunlu olarak ateizmin bir gerekçesi olamayacağı bu makalenin ana konusudur. (shrink)
Although nature of science and nature of scientific inquiry are related to each other, they are differentiated as NOS is being more related to the product of scientific inquiry which is scientific knowledge whereas NOSI is more related to the process of SI. Lederman et al. determined eight NOSI aspects for K-16 context. In this study, a science camp was conducted to teach scientific inquiry and NOSI to 24 6th and 7th graders. The core of the program was guided inquiry (...) in nature. The children working in small groups under guidance of science advisors conducted four guided-inquiries in the nature in morning sessions on nearby plants, animals, water, and soil. NOSI aspects were made explicit during and at the end of each inquiry session. Views about scientific inquiry questionnaire was applied as pre- and post-test. The results of the study showed that children developed in all eight NOSI aspects, but higher developments were observed in “scientific investigations all begin with a question” and “there is no single scientific method,” and “explanations are developed from data and what is already known” aspects. It was concluded that the science camp program was effective in teaching NOSI. (shrink)
La discussion sur le langage privé que l’on trouve dans les Recherchesphilosophiques a été écrite entre 1937 et 1945, après que les 190 premières remarques de la partie I du livre eurent presque atteint leur forme finale. Les textes post-1936 sur le langage privé constituent un nouveau départ, dans sa lettre et son esprit, par rapport au matériau d’avant 1936.Néanmoins, entre 1929 et 1936, Wittgenstein s’est penché à plusieurs reprises sur l’idée d’un langage « que moi seul peux comprendre ». (...) Un volet de cette question qui, lui, est abordé directement dans les Recherches, c’est l’idée que « si j’appliquais le mot “douleur” uniquement à ce que j’ai nommé jusqu’ici “ma douleur”, et les autres “la douleur de L.W.”, je ne ferais ainsi aucun tort aux autres, si toutefois l’on avait prévu une notation qui d’une façon ou d’une autre, permettrait de pallier l’absence du mot “douleur” dans d’autres combinaisons ». Cependant, la discussion de cette question dans les Recherches est beaucoup plus brève que dans les textes d’avant 1936. J’examine le rapport entre ce § 403 des Recherches d’un côté, et de l’autre côté les textes des cahiers de 1929 et les Remarques philosophiques , en retraçant le développement initial de cette argumentation et en explorant les principales lignes de continuité et de discontinuité dans le traitement que Wittgenstein réserve à la question du langage privé.The discussion of private language in the Investigations was written between 1937 and 1945, after the first 190 remarks of Part I of the book had almost reached their final form. The post-1936 writing on private language represents a fresh start, both in wording and in conception, on the pre-1936 material.Nevertheless, Wittgenstein did repeatedly discuss the idea of a language which “only I myself can understand” during 1929-36. One strand in this discussion that is directly taken up in the Investigations is the idea that “If I were to reserve the word ‘pain’ solely for what I had hitherto called ‘my pain”, and others “L.W.’s pain,” I should do other people no injustice, so long as a notation were provided in which the loss of the word ‘pain’ in other connexions were somehow supplied.” However, the discussion of this topic in the Investigations is much briefer than in the pre-1936 writing. I look at the relationship between §403 and texts from the 1929 notebooks and the Philosophical Remarks, assembled in the spring of 1930, mapping out the earlier development of this line of argument and exploring the principal continuities and discontinuities in Wittgenstein’s treatment of private language. (shrink)
İman kavramı e-m-n kökünden gelen inanmak, güvenmek,bağlanmak, boyun eğmek, itaat ve takip etmek vb anlamlara gelen bir kelimedir. Arap dili grameri ve semantiği içerisinde farklı bağlaç/harflerle kullanılan ve birlikte kullanıldığı bağlaca/harfe göre farklı anlamlar kazanan, ayrıca çıkış noktalarına ve yaklaşım biçimlerine bağlı olarak farklılık ve çeşitlilik arz eden, anlam daralmaları ve genişlemeleri yanında özel alan kullanımları da bulunan bir kavramdır. Tahkiki iman, vahiyle bildirilen ve Allah Resulü’nün tebliğ ettiği bütün emir/nehiyler hususunda kalbi itmi’nan sağlayan, güven telkin eden, kesin itimat veren, (...) huzura, sükûna kavuşturacak derecede emin kılan, akıl ve nakil ekseninde kabul edilmesini temin eden bir anlam içerir. Buna mukabil taklidi iman ise, delil arama, sorgulama ve araştırma ihtiyacı hissetmeden bir başkasının telkini ve sözüyle amel etmeyi, inanıp güvenmeyi, itimat edip peşinden gitmeyi ifade eder. Bu iki kavram, kişilerin iç dünyalarına bağlı olarak inanılan şeye bağlılığın çeşidini, derece ve şiddetini de ortaya koymaktadır. Bu bağlamda kişilerin sığ bağlarla ve üstünkörü iman etmesini ifade eden taklidi iman, kişileri etkilemede ve hayata anlam katmada daha az bir tesire sahipken, buna mukabil sorgulanmış, merak edilip araştırılmış, delil ve bilgi bağlamında oturtulmuş ve içselleştirilmiş inanç olan tahkiki iman, kişilerin hal ve hareketlerine yön vermekte, daha etkin olmakta, hayat içindeki anlam arayışlarını karşılamakta, kişiyi daha emin, mutmain ve huzurlu bir birey seviyesine çıkarabilmektedir. (shrink)
Şems-i Sivâsî, Halvetiyye tarikatının ana şubelerinden biri olan Sivâsiyye kolunun müessisidir. On altıncı yüzyılın ilmî, siyâsî, kültürel ve dinî sahalarında derin izler bırakan Sivâsî, memleketi Zile’den Sivas’a hicret ettikten sonra ilk olarak İrşâdü’l-avâm adlı bir eser kaleme almış ve bu çalışmada nefsin ıslahı, mürşid-i kâmilin gerekliliği, mürşidlerin özellikleri ve nefsi ıslah konusundaki fonksiyonları gibi başlıklarla döneminde gözlemlediği ve zaman zaman istismar edildiğini düşündüğü mânevî yolculuğun kılavuzlarını konu edinmiştir. Eserin isminden de anlaşılacağı üzere Sivâsî, mânevî seyrin inceliklerini bilmedikleri için şekle aldanıp (...) süslü sözlere kanan ve layık olmadıkları halde şeyhlik makamını işgal edenleri kendilerine rehber edinenleri uyarmayı hedef olarak belirlemiştir. Sivâsî bu hedefine uygun olarak eserde sahte şeyhlerin itikâdî, amelî ve ahlâkî konulardaki sapmalarını âyetler, hadisler, naklettiği kıssalar ve kullandığı çeşitli metaforlarla gözler önüne sermiştir. O, tasavvufî sistemin istismar edilmesi noktasında şeyhlik/mürşid-i kâmillik konumunun son derece önemli olduğunu belirtmiş ve ilk dönemlerden itibaren bu konumun istismarına yönelik yapılan eleştiri ve uyarılara katkı sağlamıştır. Bu anlamda Hasan-ı Basrî, İmâm-ı Gazzâlî, Ahmed-i Yesevî, Mevlânâ, Necmeddîn-i Dâye ve Kâşânî’nin de ifade ettiği gibi, müteşeyyihlere dair uyarılarda bulunan bir geleneğin on altıncı asırdaki temsilcilerinden biri olmuştur. Günümüzde de çeşitli vesilelerle tartışma konusu haline gelen bu hususta Sivâsî’nin bir şeyh olarak yaptığı tespitler, uyarılar ve çözüm önerileri önem arz etmektedir. Bu makalede Sivâsî’nin müteşeyyih kimseler hakkındaki düşünceleri zikredilmekle birlikte kendinden önce bu konuda görüş bildiren isimlerle benzer ve farklı yönlerine de işaret edilmiştir. Çalışmada Sivâsî’nin sahte şeyhlere dair değerlendirmeleriyle tasavvufta bir iç tenkit geleneği olarak kabul edilebilecek bu usulün kendinden önceki ve sonraki isimler arasındaki konumuna da vurgu yapılmıştır. (shrink)