Grice bu yazıda temel olarak sezdirim kavramını incelemektedir. Sezdirim bir karşılıklı konuşmada konuşucunun, söylediği şey ötesinde dinleyicisine aktardığı düşüncedir. Konuşma sezdirimleri söz konusu olduğunda dinleyici, bir çıkarım sonucunda sezdirimleri saptar. Grice'ın savı, bu çıkarımda nicelik, nitelik, bağıntı ve tarz olmak üzere dört grupta toplanabilen ilkelerin (maksimler) belirleyici rol oynadığıdır.

We provide an analysis of the public's having warranted epistemic trust in science, that is, the conditions under which the public may be said to have well-placed trust in the scientists as providers of information. We distinguish between basic and enhanced epistemic trust in science and provide necessary conditions for both. We then present the controversy regarding the connection between autism and measles–mumps–rubella vaccination as a case study to illustrate our analysis. The realization of warranted epistemic public trust in science (...) requires various societal conditions, which we briefly introduce in the concluding section. (shrink)

Although there is universal consensus both in the science education literature and in the science standards documents to the effect that students should learn not only the content of science but also its nature, there is little agreement about what that nature is. This led many science educators to adopt what is sometimes called “the consensus view” about the nature of science (NOS), whose goal is to teach students only those characteristics of science on which there is wide consensus. This (...) is an attractive view, but it has some shortcomings and weaknesses. In this article we present and defend an alternative approach based on the notion of family resemblance. We argue that the family resemblance approach is superior to the consensus view in several ways, which we discuss in some detail. (shrink)

Certain segments of science are becoming increasingly commercialized. This article discusses the commercialization of academic science and its impact on various aspects of science. It also aims to provide an introduction to the articles in this special issue. I briefly describe the major factors that led to this phenomenon, situate it in the context of the changing social regime of science and give a thumbnail sketch of its costs and benefits. I close with a general discussion of how the topic (...) of commercialization of academic science is relevant to science education. (shrink)

Fleeing from the Nazi regime, along with many German refugees, Hans Reichenbach came to teach at Istanbul University in 1933, accepting the invitation of the Turkish government and stayed in Istanbul until 1938. While much is known about his work and life in Istanbul, the existing literature relies mostly on his letters and works. In this article I try to shed more light on Reichenbach's scholarly activities and personal life by also taking into account the Turkish sources and the academic (...) context in which Reichenbach taught and worked. (shrink)

The papers collected in this Synthese special issue are the result of a conference that one of us (ES) casually suggested and the other (GI) organized, which took place at Bo˘gaziçi University in Istanbul, in May 2008, to commemorate the seventieth anniversary of the publication of Experience and Prediction. These papers are historical and philosophical in varying degrees. Reichenbach is now often lumped together with the logical positivists of the Vienna Circle, but his ideas, especially those in Experience and Prediction, (...) were often developed in opposition to positivism. We hope that the essays collected here will be a resource for philosophers who work on the problems that Reichenbach addressed, and also that these essays will be useful to historians who want to develop a deeper understanding of Reichenbach in his historical context. (shrink)

Duygular; insanın epistemik, etik ve estetik yönleriyle doğrudan ilişkili varoluşsal özniteliklerdir. İnsan anlam-lı, değerli ve güzel bir hayat kurarken akılla birlikte duygulardan motivasyon almaktadır. Duygular, çok fonk-siyonlu yapısıyla insanın niyet, tutum, tavır ve eylemlerini belirleme, harekete geçirme, yönlendirme, etkile-me, dönüştürme, frenleme ve bazen de manipüle etme araçlarıdır. Bu nedenle ahlak başta olmak üzere insan eylemlerini problem edinen her araştırma, duyguları ele almak durumun¬dadır. İnsanı tam anlamıyla tanıma-nın yolu, pratik yaşantısı içerisinde ortaya çıkan duygusallığını anlamaktan geçer. Dolayısıyla teorik olanın durağanlığı ile (...) hayatın akışkanlığı arasındaki uçurumda duygular, felsefi bir soruşturmanın konusu olmakta-dır. Duygunun dinamik yapısını ve sınır çizilemeyen doğasını dilin sınırları içerisinde ifade etmek kolay değildir. Bu-nunla birlikte insan için duygular, kendini, evreni, doğayı, maddeyi, bireyleri, toplumları, iyiyi, kötüyü, değerli olanı ve olmayanı anladığı, olgu ve olaylarla başa çıktığı, pratik hayatını yönettiği, karar verme süreçlerinde, niyetlerinde, yönelimlerinde ve seçimlerinde etkin, tüm bu süreçlere içkin, dinamik, fonksiyonel ve bilişsel öznitelikler olarak öne çıkmaktadır. İnsan, günlük yaşamı içinde çok çeşitli duygu durumlarını tecrübe etmek-tedir. Böylece o, tecrübe ettiği bu duygu durumları ile sürekli değişen ruh hallerine sahip olmaktadır. Bu tec-rübeler, dış etkenlere bağlı olabildiği gibi insanın içsel dinamiklerinin etkisiyle de ortaya çıkabil¬mektedir. Sosyal yaşantısı itibariyle insan, duygusal tepkiler veren ve duygusal etkiler alan dinamik bir ahlak yaşantısı-na sahiptir. Bu bağlamda duygular, insanın kendi benliği ile yaşadığı toplumun benliği arasında denge kurma-sını sağlamakta ve insanın temel yönelimlerini belirlemektedir. Duygular, insana eylem motivasyonu kazan-dıran, onun tasavvurlarına, geçmiş, şimdi ve gelecekle ilgili değerlendirmelerine yön veren, harekete geçirici yetilerdir. Pişmanlık, bizzat benliğe yönelen ve onun ahlâkîliğini içsel olarak düzenleyip inşa eden ahlâkî bir özdenetim duygusudur. Bu duygu gerek bireysel ve gerekse sosyal yaşamda insanı etkileyen doğasıyla özel-likle ahlâkî değer dünyasında merkezi bir rol oynamaktadır. Pişmanlık, en yalın haliyle insanın geçmişteki eylemine ya da eylemsizliğine dönük olumsuz yargısını içeren acı bir his biçiminde ortaya çıkmakta ve keşke ifadesiyle dile gelmektedir. Pişmanlık duygusu insanda içsel tesirlerin etkisiyle oluşmaktadır. Çoğu ahlak duygusu gibi pişmanlık da hem fenomenolojik bir duyuş hem de bilişsel bir yargı içermektedir. Psikolojik ve kavramsal açıdan karmaşık bir duygu olan pişmanlık; üzüntü, hayal kırıklığı, özlem, nostalji ve bazen bir şey-den pişmanlık duymamanın verdiği rahatlama gibi bir dizi duyguyu ortaya çıkarmaktadır. Pişmanlık aynı zamanda güçlü, motive edici bir üzüntü ve işlerin istendiği gibi gitmediğine dair tutkulu bir şikâyet olarak da kendini gösterebilmektedir. O, bugünümüzü ve geleceğimizi şekillendiren genellikle geçmişe dönük bir acı deneyimidir. Pişmanlık, genellikle kişinin yaptığı şeyi onaylamadığını, farklı şekilde olmasını arzuladığını, üzüldüğünü, utandığını veya suçlu olduğunu ifade eden ve farkındalıkla ortaya çıkan bir duygudur. Pişmanlık, insanı geçmişteki ve şimdiki hatalarından ders çıkarmaya ve gelecekteki davranışlarını düzeltmeye teşvik eden, insanın özdenetim yeteneğinin bir parçasıdır. Bu duygu, kişinin kendi eylemleriyle ilgili içsel muhasebe-sinin bir sonucu olarak ortaya çıkan düzeltici ve iyileştirici ahlaki bir özdenetim duygusudur. Pişmanlık, insa-nın ahlaki doğasının zorunlu bir sonucudur. Bu duygu onun seçim yapabilen bir varlık olmasından, yani ahlaki özgürlüğünden kaynaklanmaktadır. Pişmanlığın oluşabilmesi için ahlaki eylemin en az iki seçenek arasından yapılacak bir seçim sonucunda gerçekleşmiş olması gerekir. Bu nedenle, pişmanlığın ön koşulu özgürlüktür. Akıl ve duygunun düşüncelerimiz ve eylemlerimiz üzerindeki karşılıklı rolleri, özellikle pişmanlık olgusunda belirgindir. Dolayısıyla ister pratik ister teorik alanda olsun pişmanlık, sadece insanın duygusal yanıyla değil, bilişsel yanıyla da ilgili bir duygudur. Pişmanlığın, geçmişte yaşanmış veya bugün etkisi devam eden bir olgu üzerinde kişinin hatasını fark etmesiyle oluşan bir üzüntü hali olması, onun bir değerlendirme duygusu oldu-ğunu gösterir. Duyguların harekete geçirici yönü pişmanlıkta geriye doğru işlevsiz olacağından, bu teşvik edici yön gelecekte pişmanlık yaratan durumun tekrarını önleme yönünde kendini göstermektedir. Böylece geç-mişte yaşanan üzücü bir durum, olumsuzdan olumluya, yıkıcıdan yapıcıya doğru ahlaki bir evrime zemin hazırlayacaktır. Bu makalede duygu etiğinin ilkeleri, kavramsal ve kuramsal çerçevesi göz önünde bulundurulmak suretiyle pişmanlık duygusunun mahiyeti, değeri ve fonksiyonelliği felsefî açıdan analiz edilip yorumlanacaktır. (shrink)

Psikolojik ve öznel iyi oluş, bireyin yaşamı hakkında nasıl hissettiğine ve yaşam olaylarına nasıl tepki verdiğine bağlıdır. Bireysel olarak kişi, kontrolü dışında gerçekleşen tüm dış olayları bilişsel şemalarında istemsizce hissedebilir. Özellikle ruh sağlığı göz önüne alındığında, son yıllarda dini inanç ve uygulamaların ruh sağlığının çeşitli bileşenleri üzerindeki etkisi, din psikolojisinde en çok çalışılan konulardan biri olarak ortaya çıkmaktadır. Çoğu çalışma, bireylerin anlam arayışları ve yaşam olaylarına tepkileri hakkında cevaplar ararken dinin rolüne odaklanmıştır. Hayatın zorluklarıyla karşılaşan ve strese maruz kalan bireylerin (...) yaşamlarında ibadetlerin onarıcı bir rol oynadığına dair yaygın bir kanı vardır. Bu nedenle, son birkaç yılda bilim adamları için, bilişsel davranışçı çerçevenin din psikolojisi içindeki olası uygulaması hem öznel hem de psikolojik iyi oluşun kilit bir unsuru haline gelmiştir. Dindarlık ve ruh sağlığı arasındaki ilişkiye ilişkin teorik uygulamalar kullanılarak, çeşitli dua biçimlerinin ağırlıklı olarak Hıristiyan dini norm ve inançlarından türetildiği ortaya çıkmaktadır. Ancak, bu tür araştırmalarda Hıristiyan olmayan dinler çoğunlukla göz ardı edilmiştir. Daha spesifik olarak, İslam'da inananların günlük yaşamlarında büyük önem taşıyan çeşitli dini davranış biçimleri olmasına rağmen, Müslüman bireyler arasında dindarlık ve ruh sağlığı arasındaki bağlantılar ihmal edilmiştir. Bu nedenle, mevcut araştırma, Müslüman bireyler arasında bilişsel-davranışçı mekanizmayı kullanarak farklı İslami dua türleri ile iyi oluş hali göstergeleri arasındaki bağlantıyı araştırmayı amaçlamaktadır. Bu çalışmada İngiltere'nin farklı şehirlerinde/bölgelerinde birçok İslami öğrenci topluluğundan ve çeşitli ibadet yerlerinden katılımcı toplamak için çevrimiçi bir anket linki kullanılmıştır. Online anket altı dua türünden (farz, vacip, sünnet, nafile, dua ve zikir formlarından), altı psikolojik iyi bileşenlerinden (özerklik, çevresel hakimiyet, başkalarıyla olumlu ilişkiler, kişisel gelişim, kendini kabul ve yaşamda amaç) ve iki öznel iyi oluş bileşeninden (hayat memnuniyeti ve olumlu ve olumsuz etkiler) oluşmaktadır. Temsili örneklem, yaşları 18 ile 66 arasında (Ort. = 27.01, SS = 8.80) olan 214 katılımcıdan (Kadın= 145, Erkek= 69) oluşmaktadır. Korelasyon analizi sonuçları, farz namaz, sünnet namaz, sözlü dua ve zikir/Allah'ı anmanın iyi oluş hali değişkenleri ile pozitif bir ilişkiye sahip olduğunu, ancak vacip ve nafile namazların iyi oluş hali değişkenleriyle herhangi bir korelasyon göstermediğini ortaya çıkarmıştır. Çoklu regresyon analizi sonuçları, farz, sünnet ve vacip namazların psikolojik veya öznel iyi oluş değişkenlerinin yordayıcıları olmadığını göstermiştir. Sadece nafile namazın türü yordayıcı bulunsa da bu ilişki tam tersi yöndedir. Ek olarak, dua ibadeti psikolojik iyi oluş puanlarını tahmin etmedeki benzersiz varyansı açıklarken, zikir ibadeti ise öznel iyi oluşu tahmin etmedeki benzersiz değişkenliği açıklamaktadır. James ve Wells'in bilişsel ve davranışçı modelleri ışığında, bu çalışma sadece dua ve zikir ibadetlerini, bireylere psikolojik destek sağlamada olumlu etkisi olan önemli faktörler olarak belirlemiştir. Dolayısıyla sunulan veriler, kişilerin ibadetleri, rehberlik ve destek için Tanrı'ya güvendikleri ve Tanrı'nın varlığını hissederek düşüncelerini tazeledikleri bir dua ve zikir modelini aldığında daha iyi psikolojik ve öznel iyi oluşa sahip olma olasılıklarının daha yüksek olduğunu göstermektedir. Mevcut bulgulardan görülebileceği gibi, inanç yapılarının belirli topluluk ortamlarında uygulanabilirliğini göz önünde bulundurmak önemlidir. Burada hem teorik çerçeve hem de pratik yön, Müslüman dua türleri ile zihinsel iyi oluş arasındaki ilişkiye ilişkin bir anlayışa katkıda bulunabilir ve sağlık uygulayıcılarına farklı dua modellerinin bireyleri daha iyi bir iyi oluşa nasıl yönlendirebileceği konusunda rehberlik edebilir. (shrink)

People with higher levels of emotional intelligence (EI: adaptive emotional traits, skills and abilities) typically achieve more positive life outcomes, such as psychological wellbeing, educational attainment, and job-related success. Although the underpinning mechanisms linking EI with those outcomes are largely unknown, it has been suggested that EI may work as a ‘stress buffer’. Theoretically, when faced with a stressful situation, emotionally intelligent individuals should show a more adaptive response than those with low EI, such as reduced reactivity (less mood deterioration, (...) less physiological arousal), and faster recovery once the threat has passed. A growing number of studies have begun to investigate that hypothesis in respect to EI measured as both an ability (AEI) and trait (TEI), but results are unclear. To test the ‘stress-buffering’ function of EI, we systematically reviewed experimental studies that explored the relationship between both types of EI and acute stress reactivity or recovery. By searching 4 databases, we identified 45 eligible studies. Results showed that EI was only adaptive in certain contexts, and that findings differed according to stressor type, and how EI was measured. In terms of stress reactivity, TEI related to less mood deterioration during sports-based stressors (e.g. competitions), physical discomfort (e.g. dental procedure), and cognitive stressors (e.g. memory tasks), but did not appear as helpful in other contexts (e.g. speeches). Furthermore, effects of TEI on physiological stress responses, such as heart rate, were inconsistent. Effects of AEI on subjective and objective stress reactivity were often non-significant, with high levels detrimental in some cases. However, data suggest that both higher AEI and TEI relate to faster recovery from acute stress. In conclusion, results provide mixed support for the stress-buffering effect of EI. Limitations and quality of studies are also discussed. Findings could have implications for EI training programmes. (shrink)

First published in 1985. Routledge is an imprint of Taylor & Francis, an informa company.

Although the presence or absence of a pitch accent clearly can play an important role in signaling the discourse and information structure of an utterance, whether the form of an accent determines the type of information it conveys is more controversial. We used an eye‐tracking paradigm to investigate whether H*, which has been argued to signal new information, evokes different eye fixations than L+H*, which has been argued to signal the presence of contrast. Our results demonstrate that although listeners interpret (...) these accents differently, their interpretive domains overlap. L+H* creates a strong bias toward contrast referents whereas H* is compatible with both new and contrast referents. (shrink)

Background: Despite procedural innovations and increasing numbers of uterus transplant attempts worldwide, the perspectives of uterus transplant (UTx) trial participants are lacking. Methods: We conducted a mixed-methods study with women with absolute uterine factor infertility (AUFI). Participants included women who had previously contacted the Cleveland Clinic regarding the Uterine Transplant Trial and met the initial eligibility criteria for participation. In-depth interviews were conducted in conjunction with FertiQoL, a validated and widely used tool to measure the impact of infertility on the (...) quality of life of infertility patients. Results: All (n = 19) rated their overall health as good; some experienced grief and social isolation. AUFI is a life-framing experience that influences acceptance by family, partners, peers, and one’s self. UTx is a means to gain control of reproductive autonomy. UTx allows family-building and the ability to play an active role in prenatal health and well-being. Establishing and maintaining a supportive relationship is a key issue of AUFI and when considering UTx. Risks of UTx are perceived relative to risks to self/child/family posed by adoption/surrogacy. Participants had no overall preference regarding living or deceased donor. Conclusions: The ways in which women with AUFI conceptualize this condition in their lives and choices around UTx and participating in a study of the procedure are multifaceted and textured. These perspectives are critical to understanding its ethical, legal, and social implications. (shrink)

This paper attempts to highlight some weaknesses of European integration by technology. It is argued that these weaknesses of integration arise out of misunderstanding of the relationships between economics and technology. Mainstream economics considers technology as being external to the sphere of economy. It is treated as an external stock of knowledge or information rather than the result of a process of interaction between the actors belonging to the sphere of economy. The theoretical status of technology influences the focus and (...) process of economic development through technology. If technology is considered as being exogenous to the sphere of economics, the resulting stock of technology can be considered as transferable. If technology is considered as the result of an interaction of economic actors, so belonging to the economic sphere, its transfer becomes impossible because of its endogenous nature. In this last frame, technology concept transfer may become a danger for the development of less developed countries as well as for the cohesion of the European Community. (shrink)

Conflicts are commonplace in human relationships. The Bible is replete with narratives and proverbial statements which border on conflict scenarios and conflict resolution strategies. Conflict cannot be severed from relationships between biological brothers and sisters, Christians, friends, colleagues and husbands and wives. In this qualitative study, the researchers examined the menace 'conflict between husbands and wives'. There is no husband and wife relationship which is devoid of disputes and conflicts. In husband and wife relationship, conflict situations could arise from lack (...) of sexual discipline, lack of sexual satisfaction, finance, lack of communication and other areas. The thrust of this article was to examine conflict resolution principles in the light of biblical proverbs. Biblical proverbs refer to concise and wise sayings in the Bible, which give pieces of advice about everyday life. This article utilised the descriptive research methodology to analyse the primary and secondary data. The major finding of this work are numerous biblical proverbs which are veritable means for resolving conflicts between husbands and wives. CONTRIBUTION: The article brought to fore the major factors which lead to conflict between husbands and wives. The authors exegetically studied the chosen proverbs in order to ascertain its relevance to conflict situations. The major contribution of this article is that the messages of certain proverbs in the Book of Proverbs are very useful in resolving conflicts between husbands and wives. (shrink)

The state-of-art research in the field of life’s organization confronts the need to investigate a number of interacting components, their properties and conditions of sustainable behaviour within a natural system. In biology, ecology and life sciences, the performance of such stable system is usually related to homeostasis, a property of the system to actively regulate its state within a certain allowable limits. In our previous work, we proposed a deterministic model for systems’ homeostasis. The model was based on dynamical system’s (...) theory and pairwise relationships of competition, amensalism and antagonism taken from theoretical biology and ecology. However, the present paper proposes a different dimension to our previous results based on the same model. In this paper, we introduce the influence of inter-component relationships in a system, wherein the impact is characterized by direction (neutral, positive, or negative) as well as its (absolute) value, or strength. This makes the model stochastic which, in our opinion, is more consistent with real-world elements affected by various random factors. The case study includes two examples from areas of hydrobiology and medicine. The models acquired for these cases enabled us to propose a convincing explanation for corresponding phenomena identified by different types of natural systems. (shrink)

McCullough et al. propose adaptations that motivate forgiveness when the potential benefits of continuing the relationship outweigh the costs incurred by the transgression. The costs incurred are definite, whereas future benefits of forgiveness are only probabilistic. This situation exposes the forgiver to cheating in the form of repeat transgression. Adaptations motivating genuine forgiveness are therefore unlikely to evolve.