In The Varieties of Religious Experience, William James suggests that the human experience of a fundamental and existential uneasiness can be found at the core of most religious traditions, and that these traditions constiute essentially a proposed solution to this uneasiness. The present investigation focuses upon the notion of uneasiness, particularly fear, and its solution in the early Hindu tradition. Through a close examination of textual expressions of both desire and fear from the R̥gveda, the Śatapatha Brāhmaṇa, and the Br̥hadāraṇyaka (...) Upaniṣad, it is proposed that “liberation” in the early Upaniṣadic period, or at least the precursor to the traditional notion of liberation, actually meant freedom from fear, rather than freedom from karma or saṁs̥ra. The Br̥hadāraṇyaka Upaniṣad suggests that the origin of duality is desire, and duality necessarily results in fear. By relinquishing the sorts of desires so frequently expressed in the earlier vedic literature, together with an understanding of the essentially non-dual relationship between the ātman and brahman, a state of complete freedom from fear (abhaya) may be achieved. (shrink)
Balkan yarımadası Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetine girdikten sonra orada yaşayan farklı milletler ile Osmanlılar arasında karşılıklı bir şekilde sosyo-kültürel, ekonomik, dinî vb. alanlarda bir etkileşim ve gelişim meydana gelmiştir. Bu etkileşim ve gelişimin nasıl olduğuna dair objektif ve sübjektif bazı çalışmalar yapılmıştır. Bu hususla ilgili son araştırmalarda ortaya çıkan ortak kanaat, Osmanlıların fethettikleri yeni bölgelerdeki Gayri Müslimlere İslâm dinini telkin etmekle birlikte onların din, gelenek ve örflerini zorla değiştirme politikaları izlemedikleri gerçeğidir. Nitekim Osmanlılar Balkanlarda 5 asır hâkimiyet sürmekle birlikte 20. yüzyıla (...) gelindiğinde sadece Arnavutların ekseriyeti ve Boşnakların İslam’ı benimsedikleri görülmektedir. Arnavutların İslâm dinini benimsedikleri dönemlere bakıldığında Kripto Hıristiyan grupların değişik bölgelerde ve dönemlerde ortaya çıkmaları dikkatimizi çekmektedir. Kripto Hıristiyan vakaları Osmanlı’nın diğer Balkan bölgelerinde, Kıbrıs, Adalar, Trabzon vb. gibi yerlerde de görülmüştür. Bu makale günümüz Arnavutluk’un sınırları içerisinde meydana gelen Kripto Hıristiyan olaylarını incelemeyi amaçlar. Araştırmanın temel kaynaklarını o dönemin papaz raporları ve Osmanlı arşiv belgeleri oluşturmaktadır. Ayrıca bu konuyla ilgili yapılan yerli ve yabancı yeni çalışmalara da atıf yapılmıştır. (shrink)
İnsanların günlük hayatlarında en çok kullandıkları muamelelerden biri olan alış veriş, toplumların örflerine göre çeşitlilik göstermiştir. Bu sebeple klasik füru fıkıh eserlerinde akitlerin çok bilinenlerine yer verilmiş, diğerleri için de genel şartları sağlaması kaydıyla caiz olabileceği kanaatine varılmıştır. Bununla beraber mezheplerin nasları anlama yöntemleri ve örfi uygulamaları değerlendirme biçimleri, akitlerin sıhhatini değerlendirmelerinde de ektili olmuştur. Mahiyeti itibariyle değişik formları bulunmasıyla birlikte kısaca, ürünün peyderpey alınıp ücretin ürünün tüketilmesinden sonra ödenmesinin taahhüt edilmesi şeklinde tarif edilen isticrâr akdi, İslam hukuk ekolleri tarafından (...) tartışılmıştır. Bu tartışmalar genellikle akdin sıhhat ve kuruluş unsurlarını taşıyıp taşımaması etrafında gerçekleşirken Hanefi fukahası, isticrâr yoluyla yapılan alışveriş işlemlerinin insanlar tarafından sıkça yapıldığını göz önünde bulundurarak bu akdin istihsan yoluyla caiz görülmesi gerektiği kanaatine varmışlardır. Diğer mezheplerde de bu akde benzer gerekçelerle olumlu yaklaşımların bulunduğunu görmekteyiz. Bu çalışmamızda günümüz kırsal kesimde uygulanan ve özellikle finans dünyasında uygulanmaya başlanan ve aynı isimle literatüre girer isticrâr akdini, mezheplerin görüşleri bağlamında değerlendirmeye çalışacağız. (shrink)
Seventeen scholars have contributed to this Festschrift presented to Eugen Fink, Professor of Philosophy at the University of Freiburg/br., on the occasion of his sixtieth birthday. The essays are not intended to be "exemplary," but rather to express a community of thought; a participation of philosophers in the common task of defining significant problems for their discipline. A considerable number of the essays are thematically oriented around the works of Plato; the problems arising from his dialogues are approached from epistemological, (...) ontological and hermeneutic standpoints. Other topics include: the phenomenology of the human body viewed in its relation to the general concept of matter, pedagogics as a concern of the humanistic scholar in the light of Wilhelm Dilthey's philosophy and its continuation in his pupils, power viewed as a phenomenon, the dramas of Georg Büchner, philosophy East and West and the relation of history to tradition. A bibliography of the works of Eugen Fink and of books and essays on his works is also appended.—R. P. J. (shrink)
Here, I should like to tell a story, beginning with how the works of Aristotelian philosophy came to exist in Latin translations, then moving to the project of transforming Christian theology into an Aristotelian “science.” After that, I would like to look a bit more closely at the case of Br. Thomas of Aquino and his dependence upon the Muslim philosopher Ibn Sīnā . Finally, I shall end by drawing some wider conclusions based upon this important example.
Appropriate philosophical language for describing the nature of God took almost two millennia to develop. Parmenides first discovered the language of being. Plato then distinguished the world of changing beings from the world of true being and also from the good “beyond being.” He refused to use being language for the Olympic gods. Aristotle understood a god as a substance (oujsiva). Avicenna described God, not as a substance but as “being,” which transcends thecategories, including substance. For Br. Thomas of Aquino, (...) God was no longer an Aristotelian substance, nor even an Avicennian “necessary being,” but is bestdescribed as “subsistent being itself ” (ipsum esse subsistens). Here the Christian disciple brought to an even higher level of perfection the achievements of his Islamic master, achievements that far surpassed their beginnings in Parmenidean monism. (shrink)
Appropriate philosophical language for describing the nature of God took almost two millennia to develop. Parmenides first discovered the language of being. Plato then distinguished the world of changing beings from the world of true being and also from the good “beyond being.” He refused to use being language for the Olympic gods. Aristotle understood a god as a substance. Avicenna described God, not as a substance but as “being,” which transcends thecategories, including substance. For Br. Thomas of Aquino, God (...) was no longer an Aristotelian substance, nor even an Avicennian “necessary being,” but is bestdescribed as “subsistent being itself ”. Here the Christian disciple brought to an even higher level of perfection the achievements of his Islamic master, achievements that far surpassed their beginnings in Parmenidean monism. (shrink)
Here, I should like to tell a story, beginning with how the works of Aristotelian philosophy came to exist in Latin translations, then moving to the project of transforming Christian theology into an Aristotelian “science.” After that, I would like to look a bit more closely at the case of Br. Thomas of Aquino and his dependence upon the Muslim philosopher Ibn Sīnā. Finally, I shall end by drawing some wider conclusions based upon this important example.
Fıkıh ve tasavvuf, bir insanın günlük yaşamı ile doğrudan alakalı olan iki disiplindir. Bundan dolayı İslam âlimleri, hemen her devirde bu iki alan arasında dinamik bir ilişkinin varlığını fark etmişler ve bu durumu daima göz önünde bulundurmuşlardır. Diğer taraftan söz konusu alanların temel kaynağının Kur’ân ve sünnet olması gerçeği de bu ilişkinin göz ardı edilememesinin nedenlerden biri olarak görülebilir. Bu minvalde çıkış noktaları itibariyle fıkhı ve tasavvufu bir araya getiren Kur’ân olduğu için, mutlaka ona yönelmek gerekir. Bu durumda, mevcut ahkâm (...) âyetlerinin mutasavvıflarca nasıl anlaşıldığı ve yorumlandığı hususu karşımıza çıkmaktadır. Meseleye teferruatlı bir şekilde vakıf olabilmek ve sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek için onun, ancak bir işârî tefsir özelinde daha açık bir şekilde ele alınması gerekir. Bu sebeple makalede örnek bir İşârî tefsir olarak Ḳuşeyrî’nin Leṭâifü’l-işârât'ında müellifin ilgili âyetlere hangi İşârî anlamları verdiği ve bu sayede fıkıh tasavvuf ilişkisini nasıl kurduğu somut veriler ışığında tespit edilmeye çalışılmıştır. (shrink)
Muâviye b. Ebû Süfyân’ın yönetimi ele geçirmesiyle başlayan Emevîler dönemi, hilâfetin saltanata dönüştüğü bir dönem olmuştur. Bu dönemde idarecilik yapan kişiler her ne kadar halife ünvanıyla anılsalar da yaptıkları icraatlar göz önüne alındığı zaman saltanat özelliği kendini bâriz şekilde hissettirmiştir. Bununla birlikte sekizinci Emevî Halifesi Ömer b. Abdülaâziz, yaklaşık iki yıl süren idareciliğiyle, Râşit halifelerin beşincisi ünvanını alacak şekilde diğer Emevî idarecilerinden ayrılmıştır. Ömer b. Abdulazîz’i diğer Emevî idarecilerinden ayıran en karakteristik özelliği ise, olaylara yeniden vahiy eksenli bir bakışla Râşit (...) halifeler dönemini andıran siyaset tarzını geri getirmesi ve sorunları, Hz. Peygamber’in öğrettiği ilkeler doğrultusunda çözmeye çalışmasıdır. Bu çerçevede Ömer b. Abdülazîz, şiddet ve baskı yolunu benimseyen kendisinden önceki ve sonraki Emevî idarecilerinin aksine, ırk bağlamında Arap olmayan unsurları, fikir bağlamında da Emevî perspektifinden farklı düşünceleri benimseyen muhâlif unsurları sindirme yerine, onları dinleme, onlarla diyalog kurma ve barışçıl çözümler bulma gayretine girmiştir. Bunda da gayet başarılı olmuş ve Emevî tarihinde bütün tebeânın beyʻatını almayı başaran tek idareci olarak gerçek anlamda halife olmuştur. Bu çalışmada, istibdat yöntemini seçen idareci profiliyle; müsamaha, ilim ve diyalog yolunu seçen idareci profilini bünyesinde barındıran Emevîler özelinde Ömer b. Abdülazîz’in yaklaşımı ve bu yaklaşımın olumlu sonuçları ele alınmaktadır. Zira bu, toplum içi barışın ve kaosun sebeplerini ortaya koyması bakımından idareci sınıf için iyi bir ibret tablosu olacaktır. (shrink)
For a period of several years the philosopher of science Hasok Chang has promoted various inter-related views including pluralism, pragmatism, and an associated view of natural kinds. He has also argued for what he calls the persistence of everyday terms in the scientific view. Chang claims that terms like phlogiston were never truly abandoned but became transformed into different concepts that remain useful. On the other hand, Chang argues that some scientific terms such as acidity have suffered a form of (...) “rupture”, especially in the case of the modern Lewis definition of acids. Chang also complains that the degree of acidity of a Lewis acid cannot be measured using a pH meter and seems to regard this as a serious problem. The present paper examines some of these views, especially what Chang claims to be a rupture in the definition of acidity. It is suggested that there has been no such rupture but a genuine generalization, on moving from the Brønsted-Lowry theory to the Lewis theory of acidity. It will be shown how the quantification and measurement of Lewis acidity can easily be realized through the use of equilibrium theory and the use of stability constants. (shrink)
Psikoloji, nörobiyoloji, felsefe ve diğer pek çok disiplinde benliğe ilişkin çok sayıda farklı problemler var. Nörobiyolojide, çalışılan benlik problemlerinin pek çoğunun patolojinin çeşitli formlarıyla ilgili olduğu izlenimine sahibim –dürüstlükteki sorunlar, tutarlılık veya benliğin işlevi. Bu patolojiler hakkında söyleyecek hiçbir şeyim yok çünkü neredeyse onlar hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ben bu patolojilere yalnızca ayrık-beyin hastaları gibi doğrudan benliğin problemleriyle ilgiliyseler değineceğim.
la82 12.00 Normal 0 21 false false false PT-BR X-NONE X-NONE MicrosoftInternetExplorer4 O presente artigo procura apresentar as linhas gerais da teoria óptica de Hobbes. Antes de examinarmos o desenvolvimento de seus estudos ópticos, porém, faremos um breve resumo de concepções ópticas anteriores na tentativa de situar o leitor no contexto da história da óptica.
Eserlerin mukaddimeleri, müelliflerin konuya hâkimiyetini gösterdikleri ve adeta ilmî yeterliliklerini okuyucuya sundukları bölümler olmuştur. Bazı tefsir mukaddimelerinde de bunu görmek mümkündür. Kur’ân ilimleri ve tefsir metodolojisi hakkında önemli bilgiler veren ve çalışmamıza konu olan Tabersî, Âlûsî ve Sıddîk Hân da eserlerinin mukaddimelerinde Kur’ân ilimlerinin bir kısmınasathi yorumlar getirirken, bir kısmına ise teferruatlı bir şekilde yer vermektedirler. Örneğin Tabersî i’caz konusunu, Âlûsî i’câzla birlikte yedi harf meselesini detaylı bir şekilde ele alırken, Sıddîk Hân Kur’ân ilimleri konularına daha kısa bir şekilde değinmektedir. (...) Müfessirlerimiz mukaddimelerinde genel olarak metodoloji konusuna daha detaylı bir şekilde değinerek takip edecekleri yöntem hakkında bilgi vermektedirler. Tefsir metodolojisi konusunda benzer kaidelerlekonuyu ele alan müfessirlerimiz, bazen de kendilerine özgü yöntemlerikullandıkları müşahede edilmektedir. Bu bağlamda Tabersî Şîa mezhebinin görüşlerini önemsemekte, imamlardan nakledilen rivayetleri Peygamber’den nakledilen rivayetle eşit tutarak mezhebî taassupla konuya yaklaşmakta; Âlûsî tasavvuf ehli tarafından yapılan yorumları önemsemekle birlikte konuya temkinli yaklaşarak, yapılan batınî yorumun ayetin zahirine uygun olması gerektiğini söylemektedir. Diğer iki müfessirden daha fazla tefsir metodolojisine değinen Sıddîk Hân ise mezhep taassubundan uzak durulması gerektiğini söyleyerek birçok tefsir yöntemini eleştirmekte ve bu yaklaşımları tefsir olarak değerlendirmemektedir. Tefsir metodolojisinde naklin önemine değinen müfessirlerimizden Tabersî doğru bir tefsir için sahih naklin gerekli olduğuna, Sıddîk Hân ise tefsirin sadece sahih nakille bilineceğini söyleyerek, bunun dışındaki yorumları te’vil olarak değerlendirmekte böylece tefsir ve te’vil arasındaki farka değinmektedir. (shrink)
Here, I should like to tell a story, beginning with how the works of Aristotelian philosophy came to exist in Latin translations, then moving to the project of transforming Christian theology into an Aristotelian “science.” After that, I would like to look a bit more closely at the case of Br. Thomas of Aquino and his dependence upon the Muslim philosopher Ibn Sīnā. Finally, I shall end by drawing some wider conclusions based upon this important example.
Gözlemlenenlerden gözlemlen(e)meyenlere diğer bir deyişle genel yasalara ulaşma imkânı veren çıkarım yöntemi olarak tümevarımsal ya da endüktif akıl yürütmenin rasyonel olarak temellendirilmesinin imkanına yönelik soruşturma tarih içerisinde tümevarım sorunu ya da endüksiyon problemi olarak tezahür etmiştir. Bu sorunun temel argümanı tarihsel okumalara baktığımızda İskoç ampirist filozof David Hume tarafından öne sürülmüştür. Hume, tümevarımsal çıkarımlar temelinde, gözlenmeyen meseleler hakkındaki inançlarımıza hangi gerekçelerle ulaştığımızı soruşturmaktadır. Hume soruşturmasının sonucunda gözlemlenenden gözlemlen(e)meyen durumlara ilişkin yapılan olgu meseleleri ile ilgili bütün tümevarımsal akıl yürütmelerin dolaylı ya (...) da dolaysız olarak nedensellik ilişkisine ve bu ilişkinin temelinde yer alan doğanın düzenliliği ilkesi ya da “gelecek her zaman geçmişe benzer” önermesine dayandığını ifade ederek bütün tümevarımsal akıl yürütmelerde ortak olan geleceğin her zaman geçmişe benzeyeceği ifadesinin rasyonel olarak temellendirilmesinin mümkün olmadığını belirtmektedir. Bu bağlamda, çalışmada tümevarımsal akıl yürütme sonucunda ulaşılan sonuca inanmanın hiçbir rasyonel temelinin olamayacağı yönündeki Hume’un görüşü argüman formunda yeniden yapılandırılarak ortaya konulacaktır. (shrink)
Cambridge’deki büyük akademik cemaatin sakinleri olan bizler bir araya geldik ve hoşgörü ve onun egemen politik iklim içerisindeki yeri hakkında dostça ama ateşli bir tartışma yürüttük. Okuyucu, bizim nerelerde aynı düşüncede olmadığımızı bulmakta hiçbir zorluk çekmeyecektir. Diğer taraftan, farklı başlangıç noktalarından ve farklı yollardan hareketle yaklaşık olarak aynı yere ulaştık. Her birimiz için, egemen hoşgörü kuramı ve pratiğinin, incelendiği takdirde, korkunç politik gerçekleri gizlemeye yarayan bir maske olduğu ortaya çıktı. Kızgınlığın tonu makaleden makaleye keskin bir şekilde artmakta; belki de boş (...) yere, okuyucuların bu noktaya getiren akıl yürütmeyi takip edeceklerini umuyoruz. Nihayetinde bu kızgınlık hem kafa hem de kalpte ikamet etmektedir…. (shrink)
Thomas Kuhn’un 1962 yılında yayımlamış olduğu “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı kitabı bilimsel gelişme, bilimin doğası ve bilimsel bilginin özerkliği gibi çeşitli bilim felsefesi konularında alanında rölativist ya da göreci bir anlayışa katkıda bulunarak bilimin sarsılmaz statüsüne zarar verip vermediğine yöneliktir. Kuhn’un rölativistlikle suçlanmasına yol açan argümanlardan ön plana çıkan ikisi; iki farklı rakip paradigmaya bağlı olan kuramların kıyaslanmasının mümkün olmadığını ileri süren metodolojik eşölçülemezlik argümanı ile kuramdan bağımsız nötr gözlem önermelerinin olamayacağını belirten gözlemlerin kuram yüklü olduğu savıdır. Kuhn bu argümanlar (...) çerçevesinde kendisine getirilen görecilik iddialarına karşı çıkar ve bilim felsefecilerinin ona yöneltmiş olduğu eleştirilere yıllar içerisinde “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” kitabının ek bölümlerinde cevap vermektedir. Bu bağlamda, Kuhn’un bu iddialara ikna edici bir cevap verip vermediğini tespit edebilmek ve onun gerçekten bilim ve bilimsel bilginin statüsü konusunda rölativist olup olmadığını soruşturmak için ortaya konulan eleştirilerin etraflıca ele alınması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, Kuhn'un görecilik konusu ile ilgili bir neticeye varabilmek amacıyla onun bütün bilim anlayışının göz önünde bulundurulması önemlidir. Dolayısıyla Kuhn'un genel bilim tasviri bu çalışmanın odağını oluşturmaktadır. Bu bakımdan çalışmada, ilk olarak kısaca “göreciliğin” ne anlama geldiği ortaya konulacak, ardından Kuhn’un eşölçülemezlik ve kuram yüklülük tezleri ayrıntılandırılarak, bu çerçeve içerisinde neden rölativist olarak kabul edildiği serimlenecektir. Nihai olarak, Kuhn'un kendisine getirilen eleştirilere karşı ortaya koyduğu cevapların rölativist suçlamalardan sıyrılması için sağlam gerekçeleri sağlayamadığı ortaya konulacaktır. (shrink)
Çifte manastırlar, genellikle bir başrahibe tarafından yönetilen ve keşiş-lerle rahibelerin ortak kurallara bağlı olarak yaşadıkları dinî mekanlardır. Bu manastırlarda keşiş ve rahibeler evharistiya ve günlük ibadetler gibi ayinlerde bir araya gelmekte, ancak günün geri kalan zamanlarında kendi bölümlerinde yaşamaktadır. Hıristiyanlığın erken dönemlerinde özellikle Mısır’da ortaya çıkan bu manastırlar, 6. ve 9. yüzyıllar arasında İngiltere, İrlanda ve Fransa’da yaygınlaşmıştır. Bu manastırlar erkek ve kadınların bir arada yaşamaları nedeniyle farklı konsillerle yasaklansa da Ortaçağ’ın geç dönemlerine kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Konsil kararları ve istilalar (...) nedeniyle artık örneklerine rastlanmasa da İngiltere’de Ortodoks Kilisesine bağlı bir çifte manastır bulunmaktadır. Diğer taraftan günümüzde Hıristiyanlıkta çifte manastırlarda tarihte yaşanan ortak yaşamdan örnekler verilerek yeni bir cinsiyet paradigması oluşturma çalışmaları görülmektedir. Dolayısıyla çifte manastırlar Kilise, kadın ve otorite gibi konuları kapsamı bakımından önemli bir konudur. Çalışmada bu manastırların yapıları, etkileri, problemleri ve tarihsel süreci ele alınmıştır. Makalenin Kilise, kadın, manastır hayatı ve Hıristiyan mistisizmi gibi çalışmalara kaynaklık teşkil etmesi beklenmektedir. (shrink)
Nicholas of Cusa, 15. yy. felsefesinde önemli bir kavşağı temsil eder. Orta Çağ’da Skolastik düşüncenin tahakkümü altındaki bilim ve felsefenin âlem tasavvurunun Rönesans’la birlikte farklılaşmasında Cusa’nın eklemlendiği felsefe geleneğinin etkisinin bulunduğu söylenebilir. Cusa, Platon felsefesi temelinde ortaya koyduğu teolojik varlık anlayışıyla sonlu ile sonsuz arasında net bir ayırıma gitmiştir. Tanrı’nın birliği fikrini merkeze alarak şekillendirdiği teolojisinde, bu birlik perspektifinde geliştirdiği Tanrı- âlem ilişkisini diyalektik bir yaklaşımla aynılık ve gayrılık kavrayışı içerisinde ele almıştır. Cusa, Tanrı’yı ve varlığının devamını Tanrı’ya borçlu olduğundan (...) dolayı âlemi bir açıdan ayniyet içerisinde görerek, onların mahiyetçe bilinemez olduğunu savunmuş ve bu sahadaki bilgisizliği Tanrısal bir idrake bağlı kılarak olumlamıştır. Diğer yandan içinde yaşadığı dönemin ruhuna uygun olarak geliştirdiği hümanist, septik ve bilimsel bilginin imkânlarını göz ardı etmeyen bakış açısıyla, âlemin bilgisini elde edeceğini düşündüğü matematiksel yöntemle adeta modern bilim ve felsefenin haberciliğini yapmıştır. Bu çalışma, Nicholas of Cusa’nın felsefesinde yer alan varlık anlayışını Tanrı-âlem ilişkisi çerçevesinde incelemek için yapılmıştır. (shrink)
Rönesans ve ardında Aydınlanma dönemiyle beraber gerçekleşen bilimsel ilerlemeler fazlaca dikkat çekmeyi başarmıştır. Bunun sonucunda modern bilim, bilginin en güvenilir kaynağı olarak kabul edilerek onun her meseleyi çözebileceği bir zemine oturtturulmuştur. Öyle ki bilim, Tanrı’nın var olup olmadığına dair de bilgi üretebileceği dillendirilmiştir. Bu aşamada ideolojik yaklaşımların ve din adına sergilenen bazı temelsiz akıl dışı argümanların katkısıyla da bilim artık kutsal bir müesseseye dönüştürülmüştür. Kutsala dönüştürülen bilim, bir diğer kutsal olan dinle artık ortak bir zeminde buluşamayacak hale dönüşmüş ve yanlış (...) bir dikotomiye alet edilmiştir. Dolayısıyla artık ilerleyen bilim, yavaş yavaş “Tanrı’yı yok etmeye” başlamıştır. Artık bu hale dönüşen bilim anlayışı ateistlerin de en büyük destek noktaları olmuştur. Kutsala dönüşen bu bilim anlayışı her ne kadar temelde Hıristiyanlık inancına karşıt olarak ortaya çıkmış olsa da yer yer tüm inançlara yansıtılmaya çalışılmıştır. Oysaki bilimden, “bilimin ilerlemesiyle Tanrı’nın yok olacağına” dair veri sunmasını beklemek aslında bilimin sınırlarından bihaber olmayı gerekli kılmaktadır. Bilimin ilerlemesiyle inancın yok olacağı söylemi, İslam dini açısından kabul edilebilir bir argüman olarak görülmemektedir. Çünkü İslam, aklı dinamik olarak tasvir etmekte ve tabiatı Tanrı’nın varlığının delili olarak sunmaktadır. Diğer taraftan bilimin ilerlemesiyle Tanrı’ya yer kalmayacağını iddia edenlerin unutmaması gereken önemli husus, dinin/imanın bir bilgi eksikliği olmadığı aksine bilginin insanı tasdiğe yönelttiği gerçeğidir. Ayrıca Müslümanların bilimde geri kalmalarının sebebini onların inançlarına bağlayanlar, bunu siyasi, sosyal ve ekonomik bazı sebeplerde araması gerekmektedir. (shrink)
Kuzey Afrika’da kurulan bilâhare Endülüs bölgesini topraklarına dahil eden Murâbıtlar Devleti 448-543 yılları arasında hüküm sürmüştür. Murâbıtlar Devleti’nin temeli Kuzey Afrika’daki kabileler arasında irşad ve tebliğ faaliyetinde bulunan ve bu maksatla bir ribat kuran Mâlikî fakihi Abdullah b. Yâsîn tarafından atılmıştır. Mâlikî mezhebine mensup olan ve bu mezhebin esas alınması hususunda büyük hassasiyet gösteren Murâbıtlar Devleti emîrleri devletin kuruluş gayesine sadık kalmışlar, karar alırken fakihlere danışmışlar, onların fetvâları ve tavsiyeleri doğrultusunda devleti yönetmişlerdir. Bu durum fakihlerin tesir sahasının oldukça geniş olmasına (...) sebebiyet vermiştir. Murâbıtlar Devleti, fakihlerin bu devlette büyük bir otoriteye sahip olmaları ve bilhassa onların fetvâları ile vuku bulan hadiseler sebebiyle yıkılışından itibaren çeşitli değerlendirmelere konu olmuştur. Bu devlete son vererek bu devletin topraklarında hüküm süren Muvahhidler, müsteşrikler ve bir kısım araştırmacılar Murâbıtlar Devleti’ne tamamen olumsuz bir bakış açısıyla yaklaşmış, çeşitli ithamlarda bulunmuşlardır. Diğer taraftan bilhassa son dönemlerde bu suçlamalara cevap niteliği taşıyan çalışmalar da yapılmış, eserler ortaya konulmuştur. Bu çalışmada öncelikle Murâbıtlar Devleti’nde en önemli makam olarak kabul edilen kādılık makamını ihraz eden fakihlerin yetki ve sorumlulukları hakkında bilgi verilmiştir. Sonrasında devletin zirve döneminde hüküm sahibi olmuş Yûsuf b. Taşfîn ve Ali b. Yûsuf b. Taşfîn’in fakihlerle ilişkileri ile fakihlerin bu emîrlerin döneminde cereyan eden önemli hadise ve kararlardaki rolü ele alınmıştır. Çalışmanın son kısmında ise Murâbıtlar Devleti’nde fakihlerin konumu ve etkisi ile alakalı olarak yapılan değerlendirmelere yer verilmiştir. (shrink)
In den Diskussionen der Politischen Philosophie und Ethik ist es bis vor kurzem wenig sinnvoll gewesen, die Frage zu stellen, ob die Lekt?re von Hegels Rechtsphilosophie noch lehrreich ist. Dass Hegels Rechtsphilosophie zu aktuellen Diskussionen und gegenw?rtigen Problemschwerpunkten keinen wirklich substanziellen Beitrag mehr zu geben scheint, ist von John Rawls in seinen Vorlesungen zur Moralphilosophie relativiert und von Axel Honneth mit einer dezidierten Rehabilitierung zentraler?berlegungen der Hegelschen Rechtsphilosophie in Frage gestellt worden. Und mit seiner Kritik an Honneths Ansatz einer Aktualisierung (...) ist von R?diger Bubner eine Diskussion um die Frage ausgel?st worden, welche Teile der Rechtsphilosophie als die chancenreichsten Aktualisierungspotentiale anzusehen sind. Der folgende Beitrag exponiert zun?chst in Hegels Begriff des 'freien Willens' einen Problemaufriss, der als Voraussetzung unabdingbar ist, um die Interpretationsans?tze zu verstehen, von denen aus Honneth und Bubner f?r eine Aktualisierung der Hegelschen Rechtsphilosophie pl?dieren. Sodann gibt eine stark verk?rzte Darstellung Auskunft?ber den Gedanken, der f?r Honneths Rekonstruktion und Aktualisierung der Hegelschen Rechtsphilosophie von zentraler Bedeutung ist. Daran schlie?t sich eine knappe Darlegung von Bubners?berlegungen an, von der aus abschlie?end eine dritte Alternative - die bei Rawls anklingt, ohne dass er sie als solche wahrnimmt - auf ihr Aktualisierungspotential gepr?ft werden soll. Donedavno, u diskusijama o politickoj filozofiji i etici nije imalo mnogo smisla postavljati pitanje o tome da li citanje Hegelove Filozofije prava jos moze necemu da nas nauci. Shvatanje da Hegelova filozofija prava ne daje supstancijalan doprinos aktuelnim diskusijama i danasnjim tezisnim problemima relativisao je, u svojim predavanjima o moralnoj filozofiji, Dzon Rols, dok je Aksel Honet to shvatanje doveo u pitanje odlucnim rehabilitovanjem sredisnjih motiva Hegelove filozofije prava. A svojom kritikom Honetovog pokusaja reaktualizacije, Ridiger Bubner otvorio je diskusiju o pitanju koji delovi filozofije prava daju najizglednije potencijale za reaktuelizaciju. Ovaj prilog najpre izlaze jedan nacrt problema u vezi s Hegelovim pojmom slobodne volje, koji je neophodan kao pretpostavka da bi se mogli razumeti pokusaji interpretacije polazeci od kojih Honet i Bubner plediraju za reaktualizaciju Hegelove filozofije. Nakon toga, izlaze se skraceni prikaz misli koje imaju centralno znacenje za Honetovu rekonstrukciju i reaktualizaciju Hegelove filozofije prava. Na to se nadovezuje skica Bubnerovih razmisljanja, polazeci od koje se ispituju potencijali reaktualizacije trece alternative, koja se moze razabrati kod Rolsa, i pored toga sto je on kao takvu ne zapaza. (shrink)
Bu araştırma hicri birinci asrın ilk yarısında varlık gösteren Basra’nın, fıkhıyla meşhur bazı sahâbîlere ev sahipliği yapmasına rağmen hadis ve fıkıh ilimlerinde, aynı dönemde öne çıkan Kûfe’den geri kalmasının muhtemel sebeplerine odaklanmaktadır. Söz konusu sahâbe arasında öne çıkanlar, Basra’da on iki sene ikamet etmiş olan Ebû Musa el-Eş’arî ve dört sene bulunan İbn Abbas’tır. Mezkûr iki sahâbenin fıkhî müktesabatlarının yanında çok sayıda hadis rivayetine sahip olduğu da bilinmektedir. Ancak buna rağmen her ikisinin de İbn Mes‘ûd’un, Kûfe’de yaptığı etkiyi gösterdikleri söylenemez. (...) Araştırmada, Basra’da meskûn bulunan sahâbeyle ilgili rivayetlerin tahlil ve değerlendirmesine dayalı bir yöntem takip edilmiş olup, özellikle sahâbe ile tâbiînin ilmî ilişkilerine yoğunlaşılmıştır. Bununla beraber coğrafya ve kuruluş bakımından benzerlik gösteren Kûfe şehrindeki sahâbenin ilmî etkisi ve tâbiîn neslinin faaliyetleri bakımından bir takım karşılaştırmalarda bulunulmaktadır. Makalenin, konu hakkında öngördüğü birinci ihtimal, söz konusu sahâbîlerin ordugâh şehrinde yaşamanın gereği olarak fetihlerle meşgul olmalarıdır. Bu sonuç ilk olarak Ebû Musa el-Eş’arî’nin sireti üzerine yapılan incelemelerde ortaya çıkmıştır. Söz konusu ilmî gecikmeye sebep olan ikinci ihtimalin ise bahsi geçen sahâbenin ilimlerini yaymak adına aktif davranmamaları olduğu söylenebilir. Bu durumda sahâbenin ilmî kişiliklerinin önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Diğer bir ihtimal, Basra’daki tâbiîn neslinin, sahâbeden ilim alma hususunda sarfettikleri çabanın, Kûfelilere kıyasla daha az olmasıdır. Bahsi geçen durumda Basra’nın bedevî kabile yapısının önemli bir etkili olduğu düşünülmektedir. Konuyla ilgili zikredilebilecek son ihtimal ise ilmî yapının teşekkül etmeye başladığı süreçte vuku bulan fitne ve karışıklıklardır. Nitekim bir müddet valilik görevini yürüten İbn Abbas’ın, bu süre zarfında ilim ve eğitim faaliyetleriyle ilgilenemediği görülür. Özetle araştırmanın ulaştığı en önemli sonuç; Basra’nın hicri birinci asrın ilk yarısında, İbn Mes’ûd tarafından kurulan Kûfe’ye kıyasla hadis ve fıkıh ilimlerinde gelişmiş bir şehir olmadığıdır. (shrink)
Bu çalışma hicrî birinci asrın ikinci yarısında Basra’da hadis ve fıkıh sahasındaki ilmî hareketliliği konu edinir. İlgili dönemde, orada yaşayan sahâbenin en meşhuru ve Hz. Peygamber’le en uzun süre birlikteliğe sahip olması hasebiyle, Enes b. Mâlik’in Basra’daki etkisi özel olarak ele alınır. Bu amaçla Enes b. Mâlik’le ilgili birçok rivayet tahlil edilir ve onun hem Basra’da hem de diğer şehirlerde yaşayan sahâbe ve tâbiûnla arasındaki ilmî ilişkileri üzerinde durulur. Çalışma mezkûr zaman diliminde Basra’da hadis faaliyetlerinin fazla, fıkıh faaliyetlerinin ise az (...) olduğunun tezahürlerini gösterir. Enes’in öğrencileri üzerindeki etkisi; öğrencilerinin fakih mi yoksa muhaddis mi olduğu araştırılır. Enes’in tabiûnla ilişkileri, kendisine yapılan rihleler, başka şehirlerde yaşayan fakih tabiûnun ondan rivayeti, İbn Ebî Şeybe’nin Musannef’i çerçevesinde onun fıkhî şahsiyeti ve başka meseleler incelenir. Böylece onun fıkhî melekesinin İbn Abbas ve İbn Ömer’le aynı derecede olmadığı ve benzer şekilde Basra’nın sahabenin fakihlerinden tabiûnun fakihlerine nakledilen “amel-i mütevâres”e önem veren Medine ve Kufe gibi bir fıkıh şehri olmadığı sonucuna ulaşılır. Basra, müksirûndan olan sahabî Enes b. Malik sayesinde hadislerin rivayetine, yayılmasına ve onlarla amel edilmesine önem verilen bir şehirdi. Ancak bu hadislerin yayılması aynı dönemde Mekke’de İbn Abbas’ın faaliyetleri ile kıyaslanabilecek bir fıkhî faaliyeti de beraberinde getirmedi. Dolayısıyla Basra sahabe döneminde fıkıh ilmî açısından geri kalırken hadis sahasında hareketliydi. Bu nedenle ona fıkıh ve “amel-i mütevâres” değil rivayet şehri denilmesini hak etmektedir. (shrink)
i n br e ve ha pos t o l e f ondament a del l ’ e di f i ci o logico-matematico contemporaneo» (R. Blanché, La logica e la sua storia da Aristotele a Russell, Ubaldini, Roma 1973, p. 311).
There are three different degrees to which we may allow a systematic theory of the world to embrace the idea of relatedness?supposing realism about non-symmetric relations as a background requirement. (First Degree) There are multiple ways in which a non-symmetric relation may apply to the things it relates?for the binary case, aRb ? bRa. (Second Degree) Every such relation has a distinct converse?for every R such that aRb there is another relation R* such that bR*a. (Third Degree) Each one of (...) them applies in an order to the things it relates?with regard to the state that results from R's applying to a and b, either R applies to a first and b second, or it applies to b first and a second. Whereas the first degree is near-indubitable, embracing the second or third generates unwholesome consequences. The second degree embodies a commitment to the existence of a superfluity of distinct converses and states to which such relations give rise. The third degree embodies commitment to recherché facts of the matter about how the states that arise from the application of one non-symmetric relation compare to any other. It is argued that accounts that purport to offer an analysis of the first degree generate unwelcome second or third degree consequences. This speaks in favour of our adopting an account of the application of relations that's not an analysis at all, an account that takes the first degree as primitive. (shrink)
Many writers in the field of business ethics seem to have accepted R. Edward Freeman’s argument to the effect that what he calls “the separation thesis,” or the idea that business and morality can be separated in certain ways, should be rejected. In this paper, I discuss how this argument should be understood more exactly, and what position “the separation thesis” refers to. I suggest that there are actually many interpretations (or versions) of the separation thesis going around, ranging from (...) semantic, empirical and reformative to some which are straightforwardly normative. While it is generally agreed that the separation thesis should be rejected, then, there is not as much agreement on what this thesis actually says. I suggest that whether or not we should<br>reject the separation thesis, however, ultimately must depend on how we understand it more exactly—on certain interpretations, the thesis comes out as more or less trivially false, but we should demand more evidence or argument to reject it on certain other interpretations. This result presents a challenge for all those writers who are committed to the rejection of the separation thesis. (shrink)
Paul Goodman, 1960’larda modern Amerikan toplumunun organize sistemi içerisinde dönemin gençliğinin sorunlarını ön plana çıkaran ‘Growing Up Absurd: Problems of Youth in the Organized System’ (Saçmayı Büyütmek: Organize Sistemde Gençliğin Problemleri, 1960) eseri ile sosyal bir eleştirmen olarak ön plana çıkmıştır. Amerikalı bir düşünür olan Paul Goodman’ın kısa öyküler, romanlar, şiirler ve makalelerden oluşan çalışmaları, siyaset, sosyal teori, eğitim, kentsel tasarım, edebi eleştiri, hatta psikoterapi gibi geniş bir yelpazeye dağılmıştır. Onun temel argümanı (1960: 9-10) tek bir merkez etrafında örgütlenen teknoloji (...) toplumunun başarısızlıklarını eleştirerek, mevcut düzenin insanın doğasına uygun bir biçimde yeniden inşasını vurgulamaktadır. Goodman’ın yeniden inşa süreci içerisinde insan doğasına önem veren faaliyete dayalı anarşist ideolojisi, sorumluluk duygusunun homojen bir şekilde bireyler arasında paylaşılması gerektiğini vurgular. Goodman merkeziyetçi olmayan siyaset anlayışı ile kendisini Amerikan siyasetinin ve kültürünün karşısında yer alan bir pozisyonda konumlandırmaktadır (Honeywell, 2011: 1). Diğer bir deyişle Goodman (1960: 36), anarşist geleneği formüle etmek amacıyla yirminci yüzyıl Amerikası’nın içinde bulunmuş olduğu mevcut durumdan yola çıkarak eleştirilerini ademi merkeziyetçilik, katılımcı demokrasi, özerk toplum temaları üzerine temellendirmiştir. -/- Goodman’a göre, sosyal, kültürel, ahlâk ve eğitim gibi alanlarda uygulanan kurallar günümüz devletlerini etkisi altına alan kapitalist düzen tarafından belirlenmektedir (Bakır, 2016: 110). Bu durum Goodman’ın da içerisinde bulunduğu anarşist düşünürler tarafından kabul edilebilecek bir husus değildir, çünkü anarşistler mevcut düzenin ve sosyal yaşamın otorite ve itaat yapılarıyla güçlendirilen belirli yaklaşımlar ile kontrol altına alınmasını, insanların fikirlerini özgürce ifade edemeyeceği, bir nevi entelektüel bir hapishane içerisinde yaşaması anlamına geleceğinden dolayı karşı çıkmaktadırlar (Sheean, 2003: 122). Aynı nedenlerden dolayı Goodman, modern liberalizm ve Marksizm gibi alternatif radikal ideolojileri yerinden yönetim düşüncesi ve sosyal mühendislik konusundaki eğilimleri dolayısıyla reddetmektedir. Goodman için anarşizm, özgürlük ve toplumsal değişime yeterli düzeyde arka çıkabilecek tek ideolojik çerçeve olarak görülmektedir. Ona göre (2010: 143), “anarşizm ya da daha iyisi, anarko-pasifizm (toplumsal değişim hareketleri içerisinde örgütlü şiddete ve kurumlara karşı çıkan anarşist anlayış) günümüzün gelişmiş toplumlarının bürokrasilerini, karar verme konusunda aşırı merkezîleşmelerini ve sosyal mühendislik gibi problematik durumlarını ve tehlikelerini tutarlı bir şekilde öngörmüştür”. -/- Siyaset, sosyoloji ve felsefe gibi çeşitli alanlar içerisinde etkili olan anarşist kuramlar, radikal bir söylem olarak eğitimcileri ve araştırmacıları yeni öğretilere ve uygulamalara teşvik etme konusunda itici bir güç oluşturabilmektedirler. Anarşist yaklaşımlardan eğitim kuramı ve araştırmalara yönelik daha belirleyici bir rol alması beklenmektedir, ancak bu yaklaşımlar mevcut radikal akademik görüşü büyük ölçüde etkisi altına alan Marksizm’in eğitim alanında göstermiş olduğu aynı etkiyi gösterememiştir. Anarşist düşünceleri eğitim alanı içerisinde daha etkili ve görünür kılabilmek amacıyla Paul Goodman, Francisco Ferrer ve Alexander Neill’ın ileri sürmüş olduğu çeşitli düşünceler, girişimler ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda Goodman’ın anarşizme ilişkin düşünceleri ile bu çalışma sıkı bir anarşizm tahlili, eleştirisi ve felsefesinden öte anarşist anlayışın eğitimdeki uygulanabilirliğine yönelik bir soruşturma içerisine girmekte ve anarşist yaklaşımın mevcut eğitim sistemlerinden hangi yönleriyle farklılaştığını, sonucunda etkili bir eğitim anlayışı ortaya koyup koyamadığını tartışmaktadır. (shrink)
Bu çalışmada ortaokul DKAB dersi inanç öğrenme alanı yapısal olarak incelenmiştir. Çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde DKAB dersleri inanç öğrenme alanının teolojik arka planı incelenmiş, ikinci bölümde dersin öğretim programının ilk ögesi olan kazanımlar incelenmiştir; üçüncü bölümde dersin öğretim programının ikinci ögesi olan içeriği oluşturan ders kitapları analiz edilmiştir. İnanç öğrenme alanının sahip olması gereken ilk özellik, teolojik açıklamalara uygun olmasıdır. Teolojik metinlerde zâtî, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve tarihe müdahale eden bir Tanrı tasavvuru bulunmaktadır. İslam (...) dininin inanç esasları mezheplere göre değişiklik göstermediği için bu durum dersin mezheplerüstü özelliğini güçlendirmektedir. Kazanım ve içerik teolojik kabullerle uyumludur. Diğer taraftan kazanımlar, taksonomik açıdan ilk seviyelerde yer almaktadır ve böyle bir durum, dersin üst düzey öğrenmeleri ve kimlik oluşumunu destekleyecek nitelikte olmadığını göstermektedir. İçerik, zâtî Tanrı tasavvuruna uygun olsa ve nedensellik fikrini ön plana çıkarsa da evrenle ilgili açıklamalarda işlenen düzen fikri hem zâtî Tanrı tasavvuruyla hem de ahlaki gelişimle çelişmektedir. (shrink)
Modernite, uzun bir zamandır tüm dünyada, Avrupa-merkezci bir ideolojiyle suç ortaklığı yapmasına ve özünde barındırdığı çelişkilerin bağdaşmazlığına rağmen, bilgi üretimi ve disiplinlerin teorik çerçevesini belirlemede hâkim paradigma olmayı sürdürmektedir. Avrupa-merkezci ideolojiyle girişilen suçun iştirakçilerinden bir diğeri de, modernliğin kendi kendini gözleme tarzı olarak ve onunla birlikte gelişen, aralarında totolojik bir görünüm sergileyen sosyolojidir.Modernitenin özünde barındırdığı çelişkilerin bağdaşmazlığı, yadsıma, inkâr vs. ötekileştirme nosyonunu kaçınılmaz kılar.Sosyolojik literatürde ötekileştirme, özcü bir yaklaşımla Batıda yaşanan tarihsel sürecin tek doğru ve evrensel olduğu iddiasıyla geliştirilen tarih (...) yazımında, sömürgeleştirme faaliyetlerine koşut olarak geliştirilen oryantalist söylemde, ideal tiplerin oluşturulması gibi konularda referans noktası olmuştur.Bu makale, modernite ve sosyolojideki teorik çerçeve ve anlatının Avrupa-merkezci bir söylem barındırmasındanhareketle post-kolonyal teoriye göreeleştirisini yapmayı amaçlamaktadır.Ötekileştirmeyen bir paradigmanın izini sürerken post-kolonyal teorinin karşılaştığı zorluklar ve açmazlarıortaya koymak da bu çalışmanın bir diğer amacı olacaktır.Çalışma, post-kolonyal teorinin sosyolojideki oryantalist söylem üzerinden hâkim paradigmayı eleştirirken self-oryantalizmin ağına düştüğü hususları belirtmek suretiyle özgün olmayı hedeflemektedir. (shrink)
Çocukluk dönemi, diğer gelişim alanları açısından olduğu gibi dinî geli-şim açısından da önemli bir dönemdir. Bu dönemde çocuk, temel dini bilgi ve değerleri belli ölçüde ailesinden alabilse de uzmanların rehberliğinde bir eğitime ihtiyaç duyduğu açıktır. Türkiye’de örgün eğitimde 10 yaşından küçük çocuklara ayrı bir ders olarak din eğitimi verilmemesi, bu ihtiyacın yaygın din eğitimi yoluyla karşılanmasını gerekli kılmaktadır. 2012 yılına kadar ilkokulu bitirmeyen çocukların yaz Kur’an kurslarına gitmesi dahi yasaklanmıştır. Bununla birlikte bu yasağın temelsizliği farkedilmiş ve 2013 yılından itibaren 4-6 (...) yaş Kur’an Kursları açılarak çocukların din eğitimi alabilmesi için bir imkân sunulmuştur. Bu kurslar çocuklarına mensup oldukları dini öğretmek isteyen aileler tarafından yoğun ilgi görmektedir. Henüz kurumsallaşma sürecini tamamlamamış bu kursların varlığının anlamlı hale gelmesi ve devam edebilmesi için buralarda nitelikli bir eğitim verilmesi zorunludur. Eğitim faaliyetlerinin niteliğini belirleyen en önemli unsurlardan biri olan öğreticilerin, bu kurslarda verilen eğitimle ilgili düşüncelerinin tespit edilerek değerlendirilmesi, kursların verimliliğinin arttırılması açısından katkı sağlayıcı görülmektedir. Nitel olarak kurgulanan bu çalışmada Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde görev yapan öğreticilerin görüşleri yarı yapılandırılmış görüşme formları kullanılarak odak grup görüşmesi yoluyla elde edilmiştir. Elde edilen veriler, betimleme ve içerik analizi yöntemleri kullanılarak değerlendirilmiştir. (shrink)
İslâm felsefenin klasik dönem çalışmalarının ardından, on ikinci yüzyıl sonrasında ortaya çıkan yeni yapılanmanın resmini görmek ve sonraki süreci anlamak bakımından İbn Kemmûne dikkat çeken isimlerdendir. Bu makale onun daha önce akademik camiada tartışılmamış cisim teorisiyle ilgilidir. Bundan dolayı konu, mümkün bir mahiyet olarak cismin nasıl varlık kazandığı ve bu süreci yönlendiren ilkelerin tabiat alanına nasıl yansıdığı, cismin ne olduğu, kurucu unsurları, çeşitleri, nitelikleri ve eklentileri çerçevesinde tabiat felsefesi ve metafizikle bağlantılı olarak ele alınmıştır. Böylece İbn Kemmûne’ye göre ilk cismin (...) ilk felek olduğu, daha sonrakilerin sudûr süreci içerisinde meydana geldiği ve cismin sebebinin akıl olduğu tespit edilmiştir. Ayrıca madde ve sûretten oluşan cismin; kesintisiz, kendisine işaret edilen ve aklen sonsuz bölünebilir bir cevher olduğu belirlenmiş, ancak cismin kurucu unsurlarından olan madde ve sûretin cevher kategorisi altında değerlendirilmediği görülmüştür. Diğer taraftan İbn Kemmûne’nin müstakil eserlerinde ve şerhlerinde Meşşâî ve İşrâkî geleneğin cisim hakkındaki temel iddialarına yaklaşımı gözden geçirilmiştir. Bu iddiaların detayında yapılan ispatlar ve akıl yürütmelerde, cismin tanımı ve tabiatı konusunda İbn Kemmûne’nin büyük oranda İbn Sînâ gibi, cismin nitelikleri ve eklentileri konusunda ise kısmen Sühreverdî gibi düşündüğü anlaşılmıştır. Çalışmada Sühreverdî’de dönüşüm geçiren İbn Sînâ’nın cisim teorisinin, İbn Kemmûne’de nasıl şekillendiği ve bu bağlamda özgün bir içeriğinin olup olmadığı araştırılmıştır. Böylece sistem kurucu olan her iki filozoftan sonra, İslâm düşüncesinde felsefî birikimin değişim, dönüşüm ve aktarım sürecini takip edebilmek açısından makalenin alana katkı sağlaması amaçlanmıştır. (shrink)