İnsanların günlük hayatlarında en çok kullandıkları muamelelerden biri olan alış veriş, toplumların örflerine göre çeşitlilik göstermiştir. Bu sebeple klasik füru fıkıh eserlerinde akitlerin çok bilinenlerine yer verilmiş, diğerleri için de genel şartları sağlaması kaydıyla caiz olabileceği kanaatine varılmıştır. Bununla beraber mezheplerin nasları anlama yöntemleri ve örfi uygulamaları değerlendirme biçimleri, akitlerin sıhhatini değerlendirmelerinde de ektili olmuştur. Mahiyeti itibariyle değişik formları bulunmasıyla birlikte kısaca, ürünün peyderpey alınıp ücretin ürünün tüketilmesinden sonra ödenmesinin taahhüt edilmesi şeklinde tarif edilen isticrâr akdi, İslam hukuk ekolleri tarafından (...) tartışılmıştır. Bu tartışmalar genellikle akdin sıhhat ve kuruluş unsurlarını taşıyıp taşımaması etrafında gerçekleşirken Hanefi fukahası, isticrâr yoluyla yapılan alışveriş işlemlerinin insanlar tarafından sıkça yapıldığını göz önünde bulundurarak bu akdin istihsan yoluyla caiz görülmesi gerektiği kanaatine varmışlardır. Diğer mezheplerde de bu akde benzer gerekçelerle olumlu yaklaşımların bulunduğunu görmekteyiz. Bu çalışmamızda günümüz kırsal kesimde uygulanan ve özellikle finans dünyasında uygulanmaya başlanan ve aynı isimle literatüre girer isticrâr akdini, mezheplerin görüşleri bağlamında değerlendirmeye çalışacağız. (shrink)
Fıkıh ve tasavvuf, bir insanın günlük yaşamı ile doğrudan alakalı olan iki disiplindir. Bundan dolayı İslam âlimleri, hemen her devirde bu iki alan arasında dinamik bir ilişkinin varlığını fark etmişler ve bu durumu daima göz önünde bulundurmuşlardır. Diğer taraftan söz konusu alanların temel kaynağının Kur’ân ve sünnet olması gerçeği de bu ilişkinin göz ardı edilememesinin nedenlerden biri olarak görülebilir. Bu minvalde çıkış noktaları itibariyle fıkhı ve tasavvufu bir araya getiren Kur’ân olduğu için, mutlaka ona yönelmek gerekir. Bu durumda, mevcut ahkâm (...) âyetlerinin mutasavvıflarca nasıl anlaşıldığı ve yorumlandığı hususu karşımıza çıkmaktadır. Meseleye teferruatlı bir şekilde vakıf olabilmek ve sağlıklı sonuçlara ulaşabilmek için onun, ancak bir işârî tefsir özelinde daha açık bir şekilde ele alınması gerekir. Bu sebeple makalede örnek bir İşârî tefsir olarak Ḳuşeyrî’nin Leṭâifü’l-işârât'ında müellifin ilgili âyetlere hangi İşârî anlamları verdiği ve bu sayede fıkıh tasavvuf ilişkisini nasıl kurduğu somut veriler ışığında tespit edilmeye çalışılmıştır. (shrink)
Psikoloji, nörobiyoloji, felsefe ve diğer pek çok disiplinde benliğe ilişkin çok sayıda farklı problemler var. Nörobiyolojide, çalışılan benlik problemlerinin pek çoğunun patolojinin çeşitli formlarıyla ilgili olduğu izlenimine sahibim –dürüstlükteki sorunlar, tutarlılık veya benliğin işlevi. Bu patolojiler hakkında söyleyecek hiçbir şeyim yok çünkü neredeyse onlar hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Ben bu patolojilere yalnızca ayrık-beyin hastaları gibi doğrudan benliğin problemleriyle ilgiliyseler değineceğim.
Gözlemlenenlerden gözlemlen(e)meyenlere diğer bir deyişle genel yasalara ulaşma imkânı veren çıkarım yöntemi olarak tümevarımsal ya da endüktif akıl yürütmenin rasyonel olarak temellendirilmesinin imkanına yönelik soruşturma tarih içerisinde tümevarım sorunu ya da endüksiyon problemi olarak tezahür etmiştir. Bu sorunun temel argümanı tarihsel okumalara baktığımızda İskoç ampirist filozof David Hume tarafından öne sürülmüştür. Hume, tümevarımsal çıkarımlar temelinde, gözlenmeyen meseleler hakkındaki inançlarımıza hangi gerekçelerle ulaştığımızı soruşturmaktadır. Hume soruşturmasının sonucunda gözlemlenenden gözlemlen(e)meyen durumlara ilişkin yapılan olgu meseleleri ile ilgili bütün tümevarımsal akıl yürütmelerin dolaylı ya (...) da dolaysız olarak nedensellik ilişkisine ve bu ilişkinin temelinde yer alan doğanın düzenliliği ilkesi ya da “gelecek her zaman geçmişe benzer” önermesine dayandığını ifade ederek bütün tümevarımsal akıl yürütmelerde ortak olan geleceğin her zaman geçmişe benzeyeceği ifadesinin rasyonel olarak temellendirilmesinin mümkün olmadığını belirtmektedir. Bu bağlamda, çalışmada tümevarımsal akıl yürütme sonucunda ulaşılan sonuca inanmanın hiçbir rasyonel temelinin olamayacağı yönündeki Hume’un görüşü argüman formunda yeniden yapılandırılarak ortaya konulacaktır. (shrink)
Muâviye b. Ebû Süfyân’ın yönetimi ele geçirmesiyle başlayan Emevîler dönemi, hilâfetin saltanata dönüştüğü bir dönem olmuştur. Bu dönemde idarecilik yapan kişiler her ne kadar halife ünvanıyla anılsalar da yaptıkları icraatlar göz önüne alındığı zaman saltanat özelliği kendini bâriz şekilde hissettirmiştir. Bununla birlikte sekizinci Emevî Halifesi Ömer b. Abdülaâziz, yaklaşık iki yıl süren idareciliğiyle, Râşit halifelerin beşincisi ünvanını alacak şekilde diğer Emevî idarecilerinden ayrılmıştır. Ömer b. Abdulazîz’i diğer Emevî idarecilerinden ayıran en karakteristik özelliği ise, olaylara yeniden vahiy eksenli bir bakışla Râşit (...) halifeler dönemini andıran siyaset tarzını geri getirmesi ve sorunları, Hz. Peygamber’in öğrettiği ilkeler doğrultusunda çözmeye çalışmasıdır. Bu çerçevede Ömer b. Abdülazîz, şiddet ve baskı yolunu benimseyen kendisinden önceki ve sonraki Emevî idarecilerinin aksine, ırk bağlamında Arap olmayan unsurları, fikir bağlamında da Emevî perspektifinden farklı düşünceleri benimseyen muhâlif unsurları sindirme yerine, onları dinleme, onlarla diyalog kurma ve barışçıl çözümler bulma gayretine girmiştir. Bunda da gayet başarılı olmuş ve Emevî tarihinde bütün tebeânın beyʻatını almayı başaran tek idareci olarak gerçek anlamda halife olmuştur. Bu çalışmada, istibdat yöntemini seçen idareci profiliyle; müsamaha, ilim ve diyalog yolunu seçen idareci profilini bünyesinde barındıran Emevîler özelinde Ömer b. Abdülazîz’in yaklaşımı ve bu yaklaşımın olumlu sonuçları ele alınmaktadır. Zira bu, toplum içi barışın ve kaosun sebeplerini ortaya koyması bakımından idareci sınıf için iyi bir ibret tablosu olacaktır. (shrink)
Eserlerin mukaddimeleri, müelliflerin konuya hâkimiyetini gösterdikleri ve adeta ilmî yeterliliklerini okuyucuya sundukları bölümler olmuştur. Bazı tefsir mukaddimelerinde de bunu görmek mümkündür. Kur’ân ilimleri ve tefsir metodolojisi hakkında önemli bilgiler veren ve çalışmamıza konu olan Tabersî, Âlûsî ve Sıddîk Hân da eserlerinin mukaddimelerinde Kur’ân ilimlerinin bir kısmınasathi yorumlar getirirken, bir kısmına ise teferruatlı bir şekilde yer vermektedirler. Örneğin Tabersî i’caz konusunu, Âlûsî i’câzla birlikte yedi harf meselesini detaylı bir şekilde ele alırken, Sıddîk Hân Kur’ân ilimleri konularına daha kısa bir şekilde değinmektedir. (...) Müfessirlerimiz mukaddimelerinde genel olarak metodoloji konusuna daha detaylı bir şekilde değinerek takip edecekleri yöntem hakkında bilgi vermektedirler. Tefsir metodolojisi konusunda benzer kaidelerlekonuyu ele alan müfessirlerimiz, bazen de kendilerine özgü yöntemlerikullandıkları müşahede edilmektedir. Bu bağlamda Tabersî Şîa mezhebinin görüşlerini önemsemekte, imamlardan nakledilen rivayetleri Peygamber’den nakledilen rivayetle eşit tutarak mezhebî taassupla konuya yaklaşmakta; Âlûsî tasavvuf ehli tarafından yapılan yorumları önemsemekle birlikte konuya temkinli yaklaşarak, yapılan batınî yorumun ayetin zahirine uygun olması gerektiğini söylemektedir. Diğer iki müfessirden daha fazla tefsir metodolojisine değinen Sıddîk Hân ise mezhep taassubundan uzak durulması gerektiğini söyleyerek birçok tefsir yöntemini eleştirmekte ve bu yaklaşımları tefsir olarak değerlendirmemektedir. Tefsir metodolojisinde naklin önemine değinen müfessirlerimizden Tabersî doğru bir tefsir için sahih naklin gerekli olduğuna, Sıddîk Hân ise tefsirin sadece sahih nakille bilineceğini söyleyerek, bunun dışındaki yorumları te’vil olarak değerlendirmekte böylece tefsir ve te’vil arasındaki farka değinmektedir. (shrink)
Cambridge’deki büyük akademik cemaatin sakinleri olan bizler bir araya geldik ve hoşgörü ve onun egemen politik iklim içerisindeki yeri hakkında dostça ama ateşli bir tartışma yürüttük. Okuyucu, bizim nerelerde aynı düşüncede olmadığımızı bulmakta hiçbir zorluk çekmeyecektir. Diğer taraftan, farklı başlangıç noktalarından ve farklı yollardan hareketle yaklaşık olarak aynı yere ulaştık. Her birimiz için, egemen hoşgörü kuramı ve pratiğinin, incelendiği takdirde, korkunç politik gerçekleri gizlemeye yarayan bir maske olduğu ortaya çıktı. Kızgınlığın tonu makaleden makaleye keskin bir şekilde artmakta; belki de boş (...) yere, okuyucuların bu noktaya getiren akıl yürütmeyi takip edeceklerini umuyoruz. Nihayetinde bu kızgınlık hem kafa hem de kalpte ikamet etmektedir…. (shrink)
Çifte manastırlar, genellikle bir başrahibe tarafından yönetilen ve keşiş-lerle rahibelerin ortak kurallara bağlı olarak yaşadıkları dinî mekanlardır. Bu manastırlarda keşiş ve rahibeler evharistiya ve günlük ibadetler gibi ayinlerde bir araya gelmekte, ancak günün geri kalan zamanlarında kendi bölümlerinde yaşamaktadır. Hıristiyanlığın erken dönemlerinde özellikle Mısır’da ortaya çıkan bu manastırlar, 6. ve 9. yüzyıllar arasında İngiltere, İrlanda ve Fransa’da yaygınlaşmıştır. Bu manastırlar erkek ve kadınların bir arada yaşamaları nedeniyle farklı konsillerle yasaklansa da Ortaçağ’ın geç dönemlerine kadar varlıklarını sürdürmüşlerdir. Konsil kararları ve istilalar (...) nedeniyle artık örneklerine rastlanmasa da İngiltere’de Ortodoks Kilisesine bağlı bir çifte manastır bulunmaktadır. Diğer taraftan günümüzde Hıristiyanlıkta çifte manastırlarda tarihte yaşanan ortak yaşamdan örnekler verilerek yeni bir cinsiyet paradigması oluşturma çalışmaları görülmektedir. Dolayısıyla çifte manastırlar Kilise, kadın ve otorite gibi konuları kapsamı bakımından önemli bir konudur. Çalışmada bu manastırların yapıları, etkileri, problemleri ve tarihsel süreci ele alınmıştır. Makalenin Kilise, kadın, manastır hayatı ve Hıristiyan mistisizmi gibi çalışmalara kaynaklık teşkil etmesi beklenmektedir. (shrink)
Thomas Kuhn’un 1962 yılında yayımlamış olduğu “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” adlı kitabı bilimsel gelişme, bilimin doğası ve bilimsel bilginin özerkliği gibi çeşitli bilim felsefesi konularında alanında rölativist ya da göreci bir anlayışa katkıda bulunarak bilimin sarsılmaz statüsüne zarar verip vermediğine yöneliktir. Kuhn’un rölativistlikle suçlanmasına yol açan argümanlardan ön plana çıkan ikisi; iki farklı rakip paradigmaya bağlı olan kuramların kıyaslanmasının mümkün olmadığını ileri süren metodolojik eşölçülemezlik argümanı ile kuramdan bağımsız nötr gözlem önermelerinin olamayacağını belirten gözlemlerin kuram yüklü olduğu savıdır. Kuhn bu argümanlar (...) çerçevesinde kendisine getirilen görecilik iddialarına karşı çıkar ve bilim felsefecilerinin ona yöneltmiş olduğu eleştirilere yıllar içerisinde “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” kitabının ek bölümlerinde cevap vermektedir. Bu bağlamda, Kuhn’un bu iddialara ikna edici bir cevap verip vermediğini tespit edebilmek ve onun gerçekten bilim ve bilimsel bilginin statüsü konusunda rölativist olup olmadığını soruşturmak için ortaya konulan eleştirilerin etraflıca ele alınması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Diğer bir deyişle, Kuhn'un görecilik konusu ile ilgili bir neticeye varabilmek amacıyla onun bütün bilim anlayışının göz önünde bulundurulması önemlidir. Dolayısıyla Kuhn'un genel bilim tasviri bu çalışmanın odağını oluşturmaktadır. Bu bakımdan çalışmada, ilk olarak kısaca “göreciliğin” ne anlama geldiği ortaya konulacak, ardından Kuhn’un eşölçülemezlik ve kuram yüklülük tezleri ayrıntılandırılarak, bu çerçeve içerisinde neden rölativist olarak kabul edildiği serimlenecektir. Nihai olarak, Kuhn'un kendisine getirilen eleştirilere karşı ortaya koyduğu cevapların rölativist suçlamalardan sıyrılması için sağlam gerekçeleri sağlayamadığı ortaya konulacaktır. (shrink)
Rönesans ve ardında Aydınlanma dönemiyle beraber gerçekleşen bilimsel ilerlemeler fazlaca dikkat çekmeyi başarmıştır. Bunun sonucunda modern bilim, bilginin en güvenilir kaynağı olarak kabul edilerek onun her meseleyi çözebileceği bir zemine oturtturulmuştur. Öyle ki bilim, Tanrı’nın var olup olmadığına dair de bilgi üretebileceği dillendirilmiştir. Bu aşamada ideolojik yaklaşımların ve din adına sergilenen bazı temelsiz akıl dışı argümanların katkısıyla da bilim artık kutsal bir müesseseye dönüştürülmüştür. Kutsala dönüştürülen bilim, bir diğer kutsal olan dinle artık ortak bir zeminde buluşamayacak hale dönüşmüş ve yanlış (...) bir dikotomiye alet edilmiştir. Dolayısıyla artık ilerleyen bilim, yavaş yavaş “Tanrı’yı yok etmeye” başlamıştır. Artık bu hale dönüşen bilim anlayışı ateistlerin de en büyük destek noktaları olmuştur. Kutsala dönüşen bu bilim anlayışı her ne kadar temelde Hıristiyanlık inancına karşıt olarak ortaya çıkmış olsa da yer yer tüm inançlara yansıtılmaya çalışılmıştır. Oysaki bilimden, “bilimin ilerlemesiyle Tanrı’nın yok olacağına” dair veri sunmasını beklemek aslında bilimin sınırlarından bihaber olmayı gerekli kılmaktadır. Bilimin ilerlemesiyle inancın yok olacağı söylemi, İslam dini açısından kabul edilebilir bir argüman olarak görülmemektedir. Çünkü İslam, aklı dinamik olarak tasvir etmekte ve tabiatı Tanrı’nın varlığının delili olarak sunmaktadır. Diğer taraftan bilimin ilerlemesiyle Tanrı’ya yer kalmayacağını iddia edenlerin unutmaması gereken önemli husus, dinin/imanın bir bilgi eksikliği olmadığı aksine bilginin insanı tasdiğe yönelttiği gerçeğidir. Ayrıca Müslümanların bilimde geri kalmalarının sebebini onların inançlarına bağlayanlar, bunu siyasi, sosyal ve ekonomik bazı sebeplerde araması gerekmektedir. (shrink)
Kuzey Afrika’da kurulan bilâhare Endülüs bölgesini topraklarına dahil eden Murâbıtlar Devleti 448-543 yılları arasında hüküm sürmüştür. Murâbıtlar Devleti’nin temeli Kuzey Afrika’daki kabileler arasında irşad ve tebliğ faaliyetinde bulunan ve bu maksatla bir ribat kuran Mâlikî fakihi Abdullah b. Yâsîn tarafından atılmıştır. Mâlikî mezhebine mensup olan ve bu mezhebin esas alınması hususunda büyük hassasiyet gösteren Murâbıtlar Devleti emîrleri devletin kuruluş gayesine sadık kalmışlar, karar alırken fakihlere danışmışlar, onların fetvâları ve tavsiyeleri doğrultusunda devleti yönetmişlerdir. Bu durum fakihlerin tesir sahasının oldukça geniş olmasına (...) sebebiyet vermiştir. Murâbıtlar Devleti, fakihlerin bu devlette büyük bir otoriteye sahip olmaları ve bilhassa onların fetvâları ile vuku bulan hadiseler sebebiyle yıkılışından itibaren çeşitli değerlendirmelere konu olmuştur. Bu devlete son vererek bu devletin topraklarında hüküm süren Muvahhidler, müsteşrikler ve bir kısım araştırmacılar Murâbıtlar Devleti’ne tamamen olumsuz bir bakış açısıyla yaklaşmış, çeşitli ithamlarda bulunmuşlardır. Diğer taraftan bilhassa son dönemlerde bu suçlamalara cevap niteliği taşıyan çalışmalar da yapılmış, eserler ortaya konulmuştur. Bu çalışmada öncelikle Murâbıtlar Devleti’nde en önemli makam olarak kabul edilen kādılık makamını ihraz eden fakihlerin yetki ve sorumlulukları hakkında bilgi verilmiştir. Sonrasında devletin zirve döneminde hüküm sahibi olmuş Yûsuf b. Taşfîn ve Ali b. Yûsuf b. Taşfîn’in fakihlerle ilişkileri ile fakihlerin bu emîrlerin döneminde cereyan eden önemli hadise ve kararlardaki rolü ele alınmıştır. Çalışmanın son kısmında ise Murâbıtlar Devleti’nde fakihlerin konumu ve etkisi ile alakalı olarak yapılan değerlendirmelere yer verilmiştir. (shrink)
Nicholas of Cusa, 15. yy. felsefesinde önemli bir kavşağı temsil eder. Orta Çağ’da Skolastik düşüncenin tahakkümü altındaki bilim ve felsefenin âlem tasavvurunun Rönesans’la birlikte farklılaşmasında Cusa’nın eklemlendiği felsefe geleneğinin etkisinin bulunduğu söylenebilir. Cusa, Platon felsefesi temelinde ortaya koyduğu teolojik varlık anlayışıyla sonlu ile sonsuz arasında net bir ayırıma gitmiştir. Tanrı’nın birliği fikrini merkeze alarak şekillendirdiği teolojisinde, bu birlik perspektifinde geliştirdiği Tanrı- âlem ilişkisini diyalektik bir yaklaşımla aynılık ve gayrılık kavrayışı içerisinde ele almıştır. Cusa, Tanrı’yı ve varlığının devamını Tanrı’ya borçlu olduğundan (...) dolayı âlemi bir açıdan ayniyet içerisinde görerek, onların mahiyetçe bilinemez olduğunu savunmuş ve bu sahadaki bilgisizliği Tanrısal bir idrake bağlı kılarak olumlamıştır. Diğer yandan içinde yaşadığı dönemin ruhuna uygun olarak geliştirdiği hümanist, septik ve bilimsel bilginin imkânlarını göz ardı etmeyen bakış açısıyla, âlemin bilgisini elde edeceğini düşündüğü matematiksel yöntemle adeta modern bilim ve felsefenin haberciliğini yapmıştır. Bu çalışma, Nicholas of Cusa’nın felsefesinde yer alan varlık anlayışını Tanrı-âlem ilişkisi çerçevesinde incelemek için yapılmıştır. (shrink)
Çocukluk dönemi, diğer gelişim alanları açısından olduğu gibi dinî geli-şim açısından da önemli bir dönemdir. Bu dönemde çocuk, temel dini bilgi ve değerleri belli ölçüde ailesinden alabilse de uzmanların rehberliğinde bir eğitime ihtiyaç duyduğu açıktır. Türkiye’de örgün eğitimde 10 yaşından küçük çocuklara ayrı bir ders olarak din eğitimi verilmemesi, bu ihtiyacın yaygın din eğitimi yoluyla karşılanmasını gerekli kılmaktadır. 2012 yılına kadar ilkokulu bitirmeyen çocukların yaz Kur’an kurslarına gitmesi dahi yasaklanmıştır. Bununla birlikte bu yasağın temelsizliği farkedilmiş ve 2013 yılından itibaren 4-6 (...) yaş Kur’an Kursları açılarak çocukların din eğitimi alabilmesi için bir imkân sunulmuştur. Bu kurslar çocuklarına mensup oldukları dini öğretmek isteyen aileler tarafından yoğun ilgi görmektedir. Henüz kurumsallaşma sürecini tamamlamamış bu kursların varlığının anlamlı hale gelmesi ve devam edebilmesi için buralarda nitelikli bir eğitim verilmesi zorunludur. Eğitim faaliyetlerinin niteliğini belirleyen en önemli unsurlardan biri olan öğreticilerin, bu kurslarda verilen eğitimle ilgili düşüncelerinin tespit edilerek değerlendirilmesi, kursların verimliliğinin arttırılması açısından katkı sağlayıcı görülmektedir. Nitel olarak kurgulanan bu çalışmada Tekirdağ’ın Çorlu ilçesinde görev yapan öğreticilerin görüşleri yarı yapılandırılmış görüşme formları kullanılarak odak grup görüşmesi yoluyla elde edilmiştir. Elde edilen veriler, betimleme ve içerik analizi yöntemleri kullanılarak değerlendirilmiştir. (shrink)
Bu araştırma hicri birinci asrın ilk yarısında varlık gösteren Basra’nın, fıkhıyla meşhur bazı sahâbîlere ev sahipliği yapmasına rağmen hadis ve fıkıh ilimlerinde, aynı dönemde öne çıkan Kûfe’den geri kalmasının muhtemel sebeplerine odaklanmaktadır. Söz konusu sahâbe arasında öne çıkanlar, Basra’da on iki sene ikamet etmiş olan Ebû Musa el-Eş’arî ve dört sene bulunan İbn Abbas’tır. Mezkûr iki sahâbenin fıkhî müktesabatlarının yanında çok sayıda hadis rivayetine sahip olduğu da bilinmektedir. Ancak buna rağmen her ikisinin de İbn Mes‘ûd’un, Kûfe’de yaptığı etkiyi gösterdikleri söylenemez. (...) Araştırmada, Basra’da meskûn bulunan sahâbeyle ilgili rivayetlerin tahlil ve değerlendirmesine dayalı bir yöntem takip edilmiş olup, özellikle sahâbe ile tâbiînin ilmî ilişkilerine yoğunlaşılmıştır. Bununla beraber coğrafya ve kuruluş bakımından benzerlik gösteren Kûfe şehrindeki sahâbenin ilmî etkisi ve tâbiîn neslinin faaliyetleri bakımından bir takım karşılaştırmalarda bulunulmaktadır. Makalenin, konu hakkında öngördüğü birinci ihtimal, söz konusu sahâbîlerin ordugâh şehrinde yaşamanın gereği olarak fetihlerle meşgul olmalarıdır. Bu sonuç ilk olarak Ebû Musa el-Eş’arî’nin sireti üzerine yapılan incelemelerde ortaya çıkmıştır. Söz konusu ilmî gecikmeye sebep olan ikinci ihtimalin ise bahsi geçen sahâbenin ilimlerini yaymak adına aktif davranmamaları olduğu söylenebilir. Bu durumda sahâbenin ilmî kişiliklerinin önemli bir rol oynadığı düşünülmektedir. Diğer bir ihtimal, Basra’daki tâbiîn neslinin, sahâbeden ilim alma hususunda sarfettikleri çabanın, Kûfelilere kıyasla daha az olmasıdır. Bahsi geçen durumda Basra’nın bedevî kabile yapısının önemli bir etkili olduğu düşünülmektedir. Konuyla ilgili zikredilebilecek son ihtimal ise ilmî yapının teşekkül etmeye başladığı süreçte vuku bulan fitne ve karışıklıklardır. Nitekim bir müddet valilik görevini yürüten İbn Abbas’ın, bu süre zarfında ilim ve eğitim faaliyetleriyle ilgilenemediği görülür. Özetle araştırmanın ulaştığı en önemli sonuç; Basra’nın hicri birinci asrın ilk yarısında, İbn Mes’ûd tarafından kurulan Kûfe’ye kıyasla hadis ve fıkıh ilimlerinde gelişmiş bir şehir olmadığıdır. (shrink)
Bu çalışma hicrî birinci asrın ikinci yarısında Basra’da hadis ve fıkıh sahasındaki ilmî hareketliliği konu edinir. İlgili dönemde, orada yaşayan sahâbenin en meşhuru ve Hz. Peygamber’le en uzun süre birlikteliğe sahip olması hasebiyle, Enes b. Mâlik’in Basra’daki etkisi özel olarak ele alınır. Bu amaçla Enes b. Mâlik’le ilgili birçok rivayet tahlil edilir ve onun hem Basra’da hem de diğer şehirlerde yaşayan sahâbe ve tâbiûnla arasındaki ilmî ilişkileri üzerinde durulur. Çalışma mezkûr zaman diliminde Basra’da hadis faaliyetlerinin fazla, fıkıh faaliyetlerinin ise az (...) olduğunun tezahürlerini gösterir. Enes’in öğrencileri üzerindeki etkisi; öğrencilerinin fakih mi yoksa muhaddis mi olduğu araştırılır. Enes’in tabiûnla ilişkileri, kendisine yapılan rihleler, başka şehirlerde yaşayan fakih tabiûnun ondan rivayeti, İbn Ebî Şeybe’nin Musannef’i çerçevesinde onun fıkhî şahsiyeti ve başka meseleler incelenir. Böylece onun fıkhî melekesinin İbn Abbas ve İbn Ömer’le aynı derecede olmadığı ve benzer şekilde Basra’nın sahabenin fakihlerinden tabiûnun fakihlerine nakledilen “amel-i mütevâres”e önem veren Medine ve Kufe gibi bir fıkıh şehri olmadığı sonucuna ulaşılır. Basra, müksirûndan olan sahabî Enes b. Malik sayesinde hadislerin rivayetine, yayılmasına ve onlarla amel edilmesine önem verilen bir şehirdi. Ancak bu hadislerin yayılması aynı dönemde Mekke’de İbn Abbas’ın faaliyetleri ile kıyaslanabilecek bir fıkhî faaliyeti de beraberinde getirmedi. Dolayısıyla Basra sahabe döneminde fıkıh ilmî açısından geri kalırken hadis sahasında hareketliydi. Bu nedenle ona fıkıh ve “amel-i mütevâres” değil rivayet şehri denilmesini hak etmektedir. (shrink)
Geleneksel bir bakış açısıyla İsrailoğullarının Tevrat’taki ilk kadın peygamberi olan Miryam, Harun ve Musa’nın kız kardeşi olup Mısır’dan çıkışın önemli figürlerinden biridir. Ancak eleştirel ve farklı bakış açısından Miryam ile ilgili kutsal kitap ve midraşlardaki anlatılara bakıldığında onun üç farklı portreye sahip olduğu görülmektedir. İlk portre, sepet içinde suya bırakılan Musa’yı uzaktan seyreden ve ismi belirtilmeyen abladır. İkinci tasvirde o, Mısır’dan çıkış esnasında Harun’un kız kardeşi peygamber Miryam olarak betimlenmektedir. Bu tasvir daha yakından incelendiğinde Mısır’dan çıkışta dilinde ezgisi, elinde tefi (...) ile dans ederek İsrailoğullarına liderlik eden Miryam’ın, peygamber olmaktan ziyade Mısır’dan izler taşıyan rahibe olmaya daha yakın durduğu görülmektedir. Nitekim Miryam’ı bir rahibe olarak görmek Cüzzamlı Miryam kıssasını daha anlaşılır kıldığı gibi onun fiziki kusurla cezalandırılması Mısır’daki bir rahibenin görevden uzaklaştırılmasıyla uyumluluk arz etmektedir. Rabbani literatür başta olmak üzere Yahudi geleneğinin Miryam algısı ise ona üçüncü bir portre kazandırmaktadır. Midraş literatürün Miryam portresi, ölümünden hemen önce Tevrat’ın ondan aldığı saygınlığı iade çerçevesinde olup, onu diğer önemli anneler arasında görmek üzerine kuruludur. (shrink)
Modernite, uzun bir zamandır tüm dünyada, Avrupa-merkezci bir ideolojiyle suç ortaklığı yapmasına ve özünde barındırdığı çelişkilerin bağdaşmazlığına rağmen, bilgi üretimi ve disiplinlerin teorik çerçevesini belirlemede hâkim paradigma olmayı sürdürmektedir. Avrupa-merkezci ideolojiyle girişilen suçun iştirakçilerinden bir diğeri de, modernliğin kendi kendini gözleme tarzı olarak ve onunla birlikte gelişen, aralarında totolojik bir görünüm sergileyen sosyolojidir.Modernitenin özünde barındırdığı çelişkilerin bağdaşmazlığı, yadsıma, inkâr vs. ötekileştirme nosyonunu kaçınılmaz kılar.Sosyolojik literatürde ötekileştirme, özcü bir yaklaşımla Batıda yaşanan tarihsel sürecin tek doğru ve evrensel olduğu iddiasıyla geliştirilen tarih (...) yazımında, sömürgeleştirme faaliyetlerine koşut olarak geliştirilen oryantalist söylemde, ideal tiplerin oluşturulması gibi konularda referans noktası olmuştur.Bu makale, modernite ve sosyolojideki teorik çerçeve ve anlatının Avrupa-merkezci bir söylem barındırmasındanhareketle post-kolonyal teoriye göreeleştirisini yapmayı amaçlamaktadır.Ötekileştirmeyen bir paradigmanın izini sürerken post-kolonyal teorinin karşılaştığı zorluklar ve açmazlarıortaya koymak da bu çalışmanın bir diğer amacı olacaktır.Çalışma, post-kolonyal teorinin sosyolojideki oryantalist söylem üzerinden hâkim paradigmayı eleştirirken self-oryantalizmin ağına düştüğü hususları belirtmek suretiyle özgün olmayı hedeflemektedir. (shrink)
XVI. asrın sonu ile XVII. asrın başlarında Mısır’da yaşadığı bilinen Ubûdî, Gülşenî dervişi şairlerinden biridir. Bilinen tezkire ve biyografik kaynaklarda ismi geçmeyen bu gözlerden uzak kalmış şairin hayatı hakkında bildiklerimiz, Menâkıb-ı Evliyâ-yı Mısr adlı eseri dolayısıyladır. Onun bir diğer eseri de ilim ile amelin fazileti ve cehalet ile tembelliğin çirkinliği konulu mesnevisidir. Ayet ve hadislerden iktibas ve tercümelerle vücuda getirilmiş 359 beyitlik bu eserde; dinî bir yükümlülük olarak cehalet ve tembellikten sakınarak ilim tahsilinin ve onunla amel etmenin faziletlerinden bahsedilmektedir. Bu (...) makalede, Ubûdî-i Gülşenî’nin hayatı, eserleri ve şiirlerinden kısaca bahsedildikten sonra ilim ile amelin fazileti hakkındaki mesnevisinin tanıtımı yapılacak, ardından dil, şekil ve muhteva özellikleri hakkında değerlendirmelerde bulunulacaktır. Dinî-didaktik tarzda kaleme alınan bu mesnevide, okuyucuya ilim tahsilinin hikmet ve faziletlerinden bahsederek yer yer öğütlerde bulunulmaktadır. Makalenin son bölümünde, Ubûdî’nin ilim ile amelin fazileti ve cehalet ile tembelliğin çirkinliği konulu Der Fazîlet-i İlm ü Amel ve Kabâhat-i Cehl ü Kesel adlı mesnevisinin metni verilerek ayet ve hadislerden yapılan iktibasların tercüme ve kaynakları sunulmaktadır. (shrink)
Fasıl ve vasıl konusu, nahvin atıf konusuyla da ilişkili olarak cümlelerin bağlanma hususunu ele alan belagatın me‘ânî alanının önemli bir konusudur. Bu konuda, cümleler arasındaki anlam ilişkilerine dair bir takım kavramlar geliştirilmiş, cümlelerin bağlanmasıyla ilgili esaslar oluşturulmuştur. Bu konunun ele aldığı cümleler, aralarında sebep-sonuç, zıtlık, karşılaştırma vb. anlam ilişkileri bulunan cümleler değil, bu tür anlam ilişkileri dışında art arda gelen ve paragrafın oluşumuna katkı sunan cümlelerdir. Bu cümleler, bağlama dışında başka bir anlamı olmayan vav bağlacıyla veya bağlaçsız biçimde sıralanır. Bağlaçsız (...) sıralanan cümleler arasında modern dönemde noktalama işaretleri kullanılmaktadır. Fasıl ve vasıl konusu kendi kavramları ve sistematiği içerisinde cümlelerin bağlanmasını ve bağlanma esaslarını açıklamaktadır. Ancak bu tür cümlelerin ve bunların bağlanma konusunun Türkçe dilbilgisindeki karşılığı tartışılmamıştır. Çalışmanın bir kısmında bu konunun Türkçe kavramsal karşılığı teorik olarak tartışılmakta ve sıralı bağlı cümleler olduğu tespiti yapılmaktadır. Çalışmanın diğer kısmında ise fasıl ve vasıl konusunda ele alınan cümleler Türkçe dilbilgisi perspektifinden hareketle yeni bir bakışla sunulmaktadır. Sıralı bağlı cümlelerin noktalama işaretleriyle ilişkisi olduğundan fasıl ve vasıl konusundaki cümlelerin bu işaretlerle olan ilişkisi de açıklığa kavuşturulmaktadır. (shrink)
Ortodoksluk mezhebi Hıristiyanlığın en kadim geleneklerinden birisi olmasına rağmen günümüzde diğerlerine göre daha az tanınmaktadır. Mezhebin en önemli Kiliselerinden birisi de İstanbul Kilisesi’dir. Bu makalenin amacı Hıristiyan Ortodoks teoloji çalışmalarına dair İstanbul’daki Kilise çevresinde oluşan XIX. ve XX. Yüzyıldaki Yunanca literatür hakkında kısa bilgi vermektir. Bu literatür, süreli yayınlar ve Patrikhanenin kurumsal yapıları olarak iki açıdan ele alınacaktır. Literatür bağlamında bir dönem doğrudan ya da dolaylı olarak Patrikhane tarafından yayınlanan dergiler şunlardır: Ekklisiastiki Alithia, Ortodoksia, The Greek Orthodox Theological Review. Bunlara (...) ek olarak Patrikhanenin yıllık yayınladığı Kilise Takvimi ve Ortodoks teoloji çalışmalarında önemli bir kaynak olarak görülen Din ve Ahlak Ansiklopedisi, ve bazı sözlüklerle diğer birkaç dergiden bahsedilecektir. Ayıca İstanbul’daki Patrikhane ile doğrudan veya dolaylı olarak ilgili olan okullar, araştırma merkezleri, enstitüler ve kütüphaneler hakkında bilgi verilecektir. Bu çalışmada ele alınan bu konular, modern dönemde Patrikhane çevresinde şekillenen Ortodoks teolojiye dair yapılacak çalışmalar için doğrudan birincil kaynak olma özelliği taşımaktadır. (shrink)
[...] Rousseau bir yandan çağının yükselen değerlerinden yararlanırken diğer yandan bu değerlerin içeriden eleştirisini yapmayı başarabilen düşünürlerden biri olduğu için fikirleri ölümünden asırlar sonra bile önemini yitirmemiştir. Demokratik devletlerin meşruiyet krizinin giderek derinleştiği ve çoğunlukçu, majoritarian, ideolojilerin etraflıca sorgulanmaya başlandığı çağımızda, demokrasiyi çoğunluk kararına ek olarak “rıza”, “Yurttaşlık”, “sivil özgürlük”, “kamusal uzlaşı” ve “Genel İrade” kavramlarıyla birlikte ele alan Rousseau’yu yeniden okumak önemlidir [...] Rousseau-demokrasi ilişkisinin kazılıp ortaya çıkartılacağı bu metinde uğranılacak olan kavramsal duraklar sırasıyla: Eşitsizlik (doğal ve toplumsal), özgürlük (...) (doğal ve sivil), politik bütün (bodypolitic), Genel İrade, ortak iyi (common good) ve Egemen olmalıdır. Söz konusu kavramlar, Rousseau’nun onlara yüklediği özgün anlamları gözden kaçırılmadan sanki ilk defa karşılaşılıyormuşçasına bir zihin açıklığı ile okundukları zaman, onun demokrasi görüşü de gün ışığına çıkartılabilir. (shrink)
Günahın, imanı ve diğer salih amelleri boşa çıkarmayacağı hususunda birleşen Ehl-i sünnet âlimleri, irtidadından sonra yeniden İslâm’a dönen kişinin ilk Müslümanlık devresinde işlemiş olduğu amellerin durumu hakkında görüş ayrılığına düşmüşlerdir. Genel anlamda Hanefî/Mâtürîdîler doğrudan irtidad ile o amellerin boşa çıkacağını savunurken, Şâfiî/Eşꜥarîler ise bunun için ayrıca riddet üzere ölümü şart koşmuşlar, tek başına irtidad ile kişinin önceki amellerinin zayi olmayacağını ileri sürmüşlerdir. Kelâm, fıkıh ve usûl gibi ilimlerle ilişkisi bulunan bu meselede, kapsamlı yorumlar daha çok tefsirlerde kendisine yer bulmuştur. Burada (...) ilk mezhep, sadece irtidad üzerinden amellerin boşa gideceğinden bahseden Mâide suresi 5/5. ayetini; diğer mezhepse bu boşa gitmeyi riddet üzere ölüm haline bağlayan Bakara suresi 2/217. ayetini esas almıştır. Taraflar, birbirlerine karşı ilgili ayetler üzerinden farklı istidlallerde bulunmuş, muhtelif cevaplar vermişlerdir. Bunların içerisinde en esaslı ihtilaf noktasını ise usul tabiriyle mutlak olan ilk ayetin mukayyed konumda bulunan ikinci ayete haml edilip edilmeyeceği meselesi teşkil etmiştir. İlk mezhep ilgili ayetler özelinde mutlakın mukayyede hamil şartlarının oluşmadığı düşüncesiyle bu işleme karşı çıkarken, bu konuda daha esnek tavır alan ikinci mezhep ise oluşan şartlar çerçevesinde bu hamil işlemine onay vermiş, buna bağlı olarak da ilgili görüşlerine ulaşmışlardır. Taraflar, ilgili ayetleri değerlendirirken, açıklamalarını, daha çok tertip itibariyle önce gelen ve mukayyed konumda bulunan Bakara suresi 2/217. ayetinin izahında getirmişlerdir. Şâfiî/Eşꜥarî ilim ehli zaten ilgili ayeti temel aldıkları için onların konuyu inceledikleri yerin bu ilahi kelamın tefsiri olması gayet anlaşılabilir bir husustur. Hanefî/Mâtürîdî zevat ise, daha çok Şâfiî/Eşꜥarîlerin ayete yükledikleri manaya cevap vermek amacıyla konuyu burada işlemişlerdir. Şâfiî/Eşꜥarîler, mutlakı mukayyede haml etmelerinin bir gereği olarak konuyla ilgili iki ayetten, Bakara suresi 2/217. ilahi kelamını esas alarak hükümlerini bunun üzerine bina etmişler ve aslında tek ayeti kıstas kabul etmişlerdir. Buna karşılık Hanefî/Mâtürîdîler ise, ilgili iki ayet özelinde mutlakın mukayyede hamil şartlarının gerçekleşmediği iddiasıyla onların her ikisinden ayrı ayrı hüküm çıkarmışlardır. Bu çerçevede ilk ayetten, irtidad üzere ölümün, ebedi hüsranı gerektirmesi, ikinci ayetten ise irtidadın mutlak şekilde amelleri zayi etmesi sonucuna ulaşmışlardır. Burada iki mezhep arasındaki ayrılığın en tipik semeresi, kişinin Müslüman iken yerine getirdiği hac ibadetini, irtidad sonrası İslâm’a döndüğünde yeniden yapıp yapmayacağı konusunda ortaya çıkmaktadır. Amellerin ancak irtidad üzere ölümle zayi olacağını düşünen Şâfiî/Eşꜥarîler yeniden hacca gitmeyi gerekli görmezken, ölüm gerçekleşmese de irtidad ile amellerin doğrudan zayi olacağını düşünen Hanefî/Mâtürîdîler ise ilgili kişiyi hac ile sorumlu tutmaktadır. İşte bu çalışmada tarafların savundukları temel fikri hangi esaslar üzerine oturttukları, muhaliflerine ne tür eleştiriler getirdikleri ve muhaliflerinin istidlallerine ne gibi cevaplar verdikleri sorularına karşılık bulunmasına gayret edilecektir. (shrink)
Bu çalışmada ortaokul DKAB dersi inanç öğrenme alanı yapısal olarak incelenmiştir. Çalışma üç bölümden oluşmaktadır. Birinci bölümde DKAB dersleri inanç öğrenme alanının teolojik arka planı incelenmiş, ikinci bölümde dersin öğretim programının ilk ögesi olan kazanımlar incelenmiştir; üçüncü bölümde dersin öğretim programının ikinci ögesi olan içeriği oluşturan ders kitapları analiz edilmiştir. İnanç öğrenme alanının sahip olması gereken ilk özellik, teolojik açıklamalara uygun olmasıdır. Teolojik metinlerde zâtî, her şeye gücü yeten, her şeyi bilen ve tarihe müdahale eden bir Tanrı tasavvuru bulunmaktadır. İslam (...) dininin inanç esasları mezheplere göre değişiklik göstermediği için bu durum dersin mezheplerüstü özelliğini güçlendirmektedir. Kazanım ve içerik teolojik kabullerle uyumludur. Diğer taraftan kazanımlar, taksonomik açıdan ilk seviyelerde yer almaktadır ve böyle bir durum, dersin üst düzey öğrenmeleri ve kimlik oluşumunu destekleyecek nitelikte olmadığını göstermektedir. İçerik, zâtî Tanrı tasavvuruna uygun olsa ve nedensellik fikrini ön plana çıkarsa da evrenle ilgili açıklamalarda işlenen düzen fikri hem zâtî Tanrı tasavvuruyla hem de ahlaki gelişimle çelişmektedir. (shrink)
Paul Goodman, 1960’larda modern Amerikan toplumunun organize sistemi içerisinde dönemin gençliğinin sorunlarını ön plana çıkaran ‘Growing Up Absurd: Problems of Youth in the Organized System’ (Saçmayı Büyütmek: Organize Sistemde Gençliğin Problemleri, 1960) eseri ile sosyal bir eleştirmen olarak ön plana çıkmıştır. Amerikalı bir düşünür olan Paul Goodman’ın kısa öyküler, romanlar, şiirler ve makalelerden oluşan çalışmaları, siyaset, sosyal teori, eğitim, kentsel tasarım, edebi eleştiri, hatta psikoterapi gibi geniş bir yelpazeye dağılmıştır. Onun temel argümanı (1960: 9-10) tek bir merkez etrafında örgütlenen teknoloji (...) toplumunun başarısızlıklarını eleştirerek, mevcut düzenin insanın doğasına uygun bir biçimde yeniden inşasını vurgulamaktadır. Goodman’ın yeniden inşa süreci içerisinde insan doğasına önem veren faaliyete dayalı anarşist ideolojisi, sorumluluk duygusunun homojen bir şekilde bireyler arasında paylaşılması gerektiğini vurgular. Goodman merkeziyetçi olmayan siyaset anlayışı ile kendisini Amerikan siyasetinin ve kültürünün karşısında yer alan bir pozisyonda konumlandırmaktadır (Honeywell, 2011: 1). Diğer bir deyişle Goodman (1960: 36), anarşist geleneği formüle etmek amacıyla yirminci yüzyıl Amerikası’nın içinde bulunmuş olduğu mevcut durumdan yola çıkarak eleştirilerini ademi merkeziyetçilik, katılımcı demokrasi, özerk toplum temaları üzerine temellendirmiştir. -/- Goodman’a göre, sosyal, kültürel, ahlâk ve eğitim gibi alanlarda uygulanan kurallar günümüz devletlerini etkisi altına alan kapitalist düzen tarafından belirlenmektedir (Bakır, 2016: 110). Bu durum Goodman’ın da içerisinde bulunduğu anarşist düşünürler tarafından kabul edilebilecek bir husus değildir, çünkü anarşistler mevcut düzenin ve sosyal yaşamın otorite ve itaat yapılarıyla güçlendirilen belirli yaklaşımlar ile kontrol altına alınmasını, insanların fikirlerini özgürce ifade edemeyeceği, bir nevi entelektüel bir hapishane içerisinde yaşaması anlamına geleceğinden dolayı karşı çıkmaktadırlar (Sheean, 2003: 122). Aynı nedenlerden dolayı Goodman, modern liberalizm ve Marksizm gibi alternatif radikal ideolojileri yerinden yönetim düşüncesi ve sosyal mühendislik konusundaki eğilimleri dolayısıyla reddetmektedir. Goodman için anarşizm, özgürlük ve toplumsal değişime yeterli düzeyde arka çıkabilecek tek ideolojik çerçeve olarak görülmektedir. Ona göre (2010: 143), “anarşizm ya da daha iyisi, anarko-pasifizm (toplumsal değişim hareketleri içerisinde örgütlü şiddete ve kurumlara karşı çıkan anarşist anlayış) günümüzün gelişmiş toplumlarının bürokrasilerini, karar verme konusunda aşırı merkezîleşmelerini ve sosyal mühendislik gibi problematik durumlarını ve tehlikelerini tutarlı bir şekilde öngörmüştür”. -/- Siyaset, sosyoloji ve felsefe gibi çeşitli alanlar içerisinde etkili olan anarşist kuramlar, radikal bir söylem olarak eğitimcileri ve araştırmacıları yeni öğretilere ve uygulamalara teşvik etme konusunda itici bir güç oluşturabilmektedirler. Anarşist yaklaşımlardan eğitim kuramı ve araştırmalara yönelik daha belirleyici bir rol alması beklenmektedir, ancak bu yaklaşımlar mevcut radikal akademik görüşü büyük ölçüde etkisi altına alan Marksizm’in eğitim alanında göstermiş olduğu aynı etkiyi gösterememiştir. Anarşist düşünceleri eğitim alanı içerisinde daha etkili ve görünür kılabilmek amacıyla Paul Goodman, Francisco Ferrer ve Alexander Neill’ın ileri sürmüş olduğu çeşitli düşünceler, girişimler ve uygulamalar ortaya çıkmıştır. Bu doğrultuda Goodman’ın anarşizme ilişkin düşünceleri ile bu çalışma sıkı bir anarşizm tahlili, eleştirisi ve felsefesinden öte anarşist anlayışın eğitimdeki uygulanabilirliğine yönelik bir soruşturma içerisine girmekte ve anarşist yaklaşımın mevcut eğitim sistemlerinden hangi yönleriyle farklılaştığını, sonucunda etkili bir eğitim anlayışı ortaya koyup koyamadığını tartışmaktadır. (shrink)
Dini çoğulculuk, dini dışlayıcılık ve kapsayıcılıktan farklı olarak, her dinsel inanış taraftarlarının kendi dinleri içinde kalarak ilahi selamete erişeceğini söyler. Temelde, teolojik ve felsefi boyutları olan dini çoğulculuk tartışmasının siyasete bakan bir yönü de vardır. İslam tarihinde Meşşâî felsefenin kurucusu ve mutluluk filozofu olarak bilinen Farabi, bir taraftan hakikate nasıl ulaşılacağı diğer taraftan ise “âlem” adını verdiği kozmopolitanizm nasıl inşa edileceği ile ilgilenmektedir. Siyasal toplumun amacının, insanların uygun ölçekte, en yüce iyi için yardımlaşmalarını sağlamak olduğunu savunan Farabi’ye göre, erdemli bir (...) yaşam kurulmasına imkan sağlayan üç örgütlenme biçimi vardır: Şehir, millet ve âlem. Platon ve Aristoteles gibi Antik düşünürlerden farklı olarak erdemli bir yaşamın sadece sitede kurulacağı düşüncesine karşı çıkan Farabi, sitenin yetkin bir yaşamın ilk basamağı olduğunu savunur. Ancak, erdemli yaşamı site ile sınırlamaz. Farabi’nin teorisinde, Antik düşünceyi aşan bir kozmopolitanizm söz konusudur. Bundan dolayı Farabi, farklı dinlerin varlığını, kendi siyasal düşüncesine uygun olarak meşru kabul eder. Eğer mutluluk için yardımlaşacaklarsa, insanların dinlerinin farklı olmasında bir beis görmez. Bu dini çoğulculuğun siyasal temelidir. Diğer taraftan Farabi, dinleri hakikatle eşitleyen anlayışa karşı çıkarak, farklı dinlerin hakikatin çeşitli imajlar, örnekler ve taklitler yolu ile halka benimsetilmesi olarak görülmesi gerektiğini savunur. Diğer bir ifade ile dinler, hakikatin kendisi değil, farklı tarihsel ve kültürel bağlamlarda oluşmuş sembolik ifadesidir. Bu bakımdan bütün dinler ile hakikat arasında bir mesafe bulunmaktadır ve hiçbir din hakikatin kendisi değildir. Buradan Farabi’nin düşüncesinde dinsel çoğulculuğunun sınırı olmadığı çıkmamalıdır. Farabi’ye göre din, felsefe yolu ile bulunan hakikatin ikna etme veya hayal ettirme yoluyla ya da her ikisiyle birden halka kabul ettirilmesidir. Ancak Farabi, hakiki felsefe ile sahte felsefe arasında bir ayrım yapar ve ancak hakiki felsefeyi takip eden dinlerin bir hakikat değeri olduğunu savunur. Hakiki felsefe ise evrenin bir ilk nedeni olduğunu ve ilk nedenin de nedensiz olduğunu söyler. Bu, evrenin tek bir yaratıcısı olduğu anlamına gelir ve çok tanrıcılığı dışlar. Bu bakımdan Farabi, sadece tek tanrılı dinleri çoğulculuk kapsamına alır. Bunun nedeni, tek tanrılı dinlerin hakikatle özdeş olmaları değil, hakiki felsefeyi takip etmeleridir. Çünkü felsefe dinden öncedir. Bu, Farabi’nin düşüncesinde çoğulculuğun sınırlarına işaret etmektedir. Farabi, dinleri hakikatle özdeş görmeyerek ve aynı hakikatin sembolik ifadeleri olduğunu söyleyerek çoğulculuğun yolunu açar. Buna karşın sahte felsefeyi takip eden dinler olduğu gerekçesiyle çok tanrılı dinleri dışarıda bırakarak sınırlarını çizer. Bu çalışma, Farabi’nin düşüncesinde dini çoğulculuğun siyasal ve epistemolojik temellerini ve çoğulculuğun sınırlarını konu almaktadır. (shrink)
Diogenes of Sinope, bilinen adıyla Diogenes ya da Sinoplu Diyojen’e yönelik yapılan bu çalışmada amacım, Dioegenes’in yaşamının, felsefi duruşunun ve benimsediği etik kuralların kapsamlı ve belgelenmiş bir şekilde sunulmasıdır. Diogenes’in hayatını ve öğretilerini güvenilir bir şekilde aktarmak aşırı derecede zordur, çünkü diğer antik filozoflardan ayrı olarak, onun yaşamına ilişkin güvenilir kaynaklar bulmak oldukça sınırlıdır. Ayrıca, fıçının içinde yaşayan bir Kinikli’ye yönelik ortaya konulmuş birçok kurmaca anekdot ile uğraşılması gerekmektedir. Güvenilir bilginin azlığı ve belgesiz atıfların yarattığı zorluklara rağmen, yine de birçok (...) kişinin hayalinde hayatta kalmayı başaran ünlü filozofun portresini ölümünden yirmi üç yüzyıl sonra yeniden inşa etmek mümkün gözükmektedir. Bu bağlamda, Diogenes’in yaşam tarzı ve felsefesine yönelik bilgiler verilecek, ardından temsil ettiği akım olan kinizmin temel öğretileri çeşitli kaynaklardan gösterilerek aktarılacaktır. Son olarak da, Diogenes’in Sinop kültürünün ve kültürel mirasımızın bir parçası olarak kabul edilmesinin mümkün olup olmadığı tartışılacaktır. (shrink)
İran’ın kuzeybatısında İslam coğrafya âlimlerinin Cibâl olarak tavsif ettikleri bölgede Sâsânîler döneminde kurulan Kazvin, İslâm orduları tarafından bölgede ele geçirilen ilk İran şehirlerinden biri olmuştur. Kuruluşundan itibaren Deylem cihetine yönelik saldırılarda askerî karargâh amaçlı kullanılan kent, İslâm fetihleriyle de bu hüviyetini korumuştur. Halkın İslâm’ı benimsemesinin zamanı ve niteliği hususunda ihtilaflar olmakla birlikte Kazvin'de kısa süre içinde İslâmlaşma tamamlanmıştı. Garnizon kent olmasından kaynaklı iskân ettirilen Arap askerler, diğer beldelerden sınıra cihada gelen Müslümanlar, âlimler ve şehre ayrı imtiyazlarda bulunan halifeler sebebiyle şehir (...) kısa süre içinde fizikî ve kültürel olarak İslâm şehrine dönüşmüştür. Çalışmamızda örnekleriyle somutlaştıracağımız bu unsurlardan ilk olarak Kazvin fatihi Berâ b. Âzib tarafından şehre yerleştirilen Arap askerlerinden aralarında âlim ve ravilerin de bulunduğu kimselerin askerî faaliyetler dışında şehrin İslâm kültür ve medeniyetine katkılarından bahsedeceğiz. Keza İslâm büyükleri ve halifeler tarafından sınırda cihat etmenin faziletine dair sözleri ile teşvik edilen gönüllü askerleri ve gerek evlerinde gerekse camilerde ilim faaliyetlerini sürdüren âlimleri de bu minvalde zikredeceğiz. Son olarak bu askerler için kale, sûr ve şehrin sınıra yakın bölgelerinde inşa edilen mahalleler ile fiziki ortamı sağlayan, şehirde sürekli cihat ortamı olması hasebiyle halkı vergilerden muaf tutan ve vakıflarla malî destekte bulunan halifeleri ve sair idarî amillleri de kentin İslamlaşmasındaki diğer unsurlar arasında ele alacağız. (shrink)
Bu çalışmada Gilles Deleuze’ün Felix Guattari’yle iş birliğinden önce kaleme aldığı eserlere damgasını vuran Nietzsche okumasının anahtar kavramlarına odaklanılmakta ve Deleuze’ün Nietzsche alımlaması ile kendi fark felsefesi arasındaki ilişki açığa çıkartılmaktadır. Deleuze’ün okumasında öne çıkan temalar: Platonculuğun ters yüz edilmesi ve anti-felsefeye çağrı; nihilizmin aşamaları ve ahlaki değerlerin soybilimsel çözümlemesi; güç-istenci ve bedenin bir kuvvetler çokluğu olarak yeniden kavranması ve eleyici bir ilke olan ebedi dönüşün ‘kendinde fark’ı olumlaması şeklinde sıralanabilir. Bu konuların kesiştiği nokta Nietzsche’nin rasyonalizm karşıtlığıdır. Nietzsche, erken dönem (...) metinlerinden Tragedyanın Doğuşu ’nda, ‘Platonik İdea’nın ölü hakikatinin karşısına, kendini daima şeylerin oluşu vasıtasıyla yani görünüşün görünüşünde duyumsanabilir kılan varoluşun ‘ilksel birliğini’ koyar. Deleuze’e göre Nietzsche’nin felsefesi, yaşamın olumlanmasına yönelik anti-Platoncu bir başkaldırı niteliği taşır; çünkü o, “güç-istenci” ve “ebedi-dönüş” kavramları aracılığıyla görünüş dünyasına içkin dinamik ve yaşamsal ilkeleri, geleneksel felsefenin özne, özdeşlik ve temsil gibi kurgularına karşı savunur. Bu açıdan Deleuze, Nietzsche’nin güç istenci düşüncesini, bedeni ve dünyayı kuvvetlerin karşılıklı ilişkileri bağlamında yeniden yorumlamamıza olanak veren bir yaklaşım olarak değerlendirir. Ebedi dönüş öğretisi ise, bir yandan varoluşa içkin yazgıyı olumlayan, diğer yandan nihilist değerleri eleyen kozmolojik dönüşün şiirsel bir yorumudur. (shrink)
Annemarie Schimmel, dünya dinleri, felsefe, biyografi, edebiyat gibi ko-nularda kaleme aldığı eserlerle Doğu’da ve Batı’da isminden söz ettiren velûd bir akademisyendir. Diğer yandan onun özellikle tasavvuf alanında ortaya koyduğu çalışmalar, tasavvuf düşünce geleneğinin Batılı araştırmacılar tarafından objektif bir perspektiften okunmasına ve yeniden ilgi odağı olarak değerlendirilmesine sebep olmuştur. Tasavvuf tarihi olarak değerlendirebileceğimiz Mystische Dimension des Islam, Mevlânâ Celâleddin Rûmî’nin tasavvufî görüşlerini irdelediği Ich bin Wind du bist Feuer, tasavvufa giriş niteliğinde olan Sufismus: Eine Einführung in die islamische Mystik ve Hallac-ı (...) Mansûr’u konu edindiği Al-Halladsch: Märtyrer der Gottesliebe: Leben und Legende eserleri, onun bu sahada bilinen çalışmalarından birkaçıdır. Schimmel, Yunus Emre’nin bazı şiirlerini de Ausgewählte Gedichte von Yunus Emre isimli eseriyle Almanca’ya tercüme etmiştir. Ayrıca onun Yunus Emre’nin tasavvufî görüşlerini tahkiye metoduyla anlattığı ve bazı şiirlerini irdelediği Wanderungen mit Yunus Emre ismiyle bilinen çalışması Anadolu’da tasavvuf kültürü ile irtibatlı olarak tasnif edilebilecek bir diğer eseridir. Bu makale, eserlerinden hareketle Schimmel’in Anadolu’da yetişmiş bir mutasavvıf olarak Yunus Emre telakkisini ve onun perspektifinden Anadolu’da tasavvufî düşüncenin ve kültürün izdüşümlerini konu edinmektedir. (shrink)
Modern politika tanımlarında hâkim kavramlardan söz etmek olasıdır. Bu kavramlar arasında; iktidar, şiddet, hiyerarşi, güvenlik, kaynak dağıtımı öne çıkanlardır. Politika, birçoklarına göre, iktidarın ve gücün nasıl dağıtıldığı ve kullanıldığıyla ilgilidir. Politika, salt iktidarla ilişkili bir biçimde tanımlandığında, şiddet, politikanın etkili araçlarından birisi gibi görünür. Hatta daha ileriye gidilerek, şiddet, iktidarın dışavurumu olarak görülür. C. W. Mills’in, “siyaset iktidar mücadelesinden ibarettir; iktidarın nihai biçimi ise şiddettir” ya da Mao Zedong’un “siyaset, kan dökülmeyen savaş; savaş ise kan dökülen siyasettir” sözleri, siyaset ile (...) şiddetin birlikte düşünülmesinin en tipik örnekleridir. Hükmetme sanatı, iktidar elde etmek ve iktidarı azamileştirme biçiminde tanımlanan siyasetin, şiddeti meşru görmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu tanımdan hareket edenler, en iyi ihtimalle, meşru ve gayrı-meşru şiddet arasında bir ayrıma yönelirler. Bu ayrım da şiddetin politik bir etkinlik olarak meşrulaştırılmasını onaylar. Siyaseti, iktidar ve şiddet üzerinden tanımlayan hâkim yaklaşıma dönük eleştiriler de vardır. Siyaseti başka türlü tanımlamanın imkânı olup olmadığı sorusundan hareket eden bu yaklaşımlar, alternatif bir politika anlayışı ortaya koymaya çalışırlar. Bu tip politika anlayışına sahip düşünürlerin başında Hannah Arendt gelmektedir. Sahte ve sahici politika ayrımından hareket eden Arendt, sahici politikanın merkezine eylemi yerleştirir. Eylem, insanların kendilerini gerçekleştirmesini, sahici kılmasını, diğer insanlarla birlikte yaşamasını sağlayan süreçleri başlatma ve kesintiye uğratma yetisidir. Bu bakımdan politika, birlikte yaşama, kamusal meseleler hakkında tartışma ve ortak dünya için eylemde bulunma etkinliğidir. Kamusal alanda, eşitlerinin gözü önünde eylemde bulunma kişinin benzersizliğini göstermesine neden olur. Bu bakımdan, eşitlik ve çoğulluk politikanın koşuludur. Arendt, sadece eylemi değil, “söz”ü de politikanın merkezine yerleştirir. Arendt için politik yaşam, eyleme dökülmüş söz üzerine kuruludur. Politikanın söz ile ilişkilendirilmesi, açıktır ki, şiddeti dışlar. Arendt’e göre şiddet dilsizdir ve hiçbir zaman politikanın merkezi olan eyleme dökülmüş sözün neden olduğu süreç başlatma ve yaratıcı olma özelliğine sahip değildir. Bu çalışmanın amacı, politikayı Arendt’le birlikte yeniden düşünmenin, yeni bir politika tanımı için sağlayacağı imkânları tartışmaktır. (shrink)
Bu çalışma, toplumsal ilişkilerde bireylerin birbirlerine karşı işlemiş olduğu kusurların telafi edilmesi ve bozulan ilişkilerin düzeltilmesinde özür dilemenin ahlâki bir değer olarak anlam ve önemine işaret etmektedir. Her insanın hata yapabileceğinin kabul edilmesi, özür dilemenin bir erdem olarak ortaya çıkmasına zemin hazırlayan en önemli unsurdur. Kişinin hatalı olabileceğini kabul etmesi, kendisini kimseden üstün görmemesi gerektiğini öğretir, bu tür hatalar yapmama konusunda istek ve irade uyandırır. Özür dilemek kişiyi, dürüst olmaya yönlendirdiği gibi başka insanlara değer vermenin, saygılı olmanın gerekliliğini anlatır. Suçlu, (...) kabahatli kişi, olayın olduğu ortam, mağdur ve kusurun durumuna göre farklı şekillerde özür dilendiği görülmektedir. Özür dilenirken kullanılan sözcüklerin ne anlama geldiği, tam olarak özür ifade edip etmediklerine değinilen bu çalışmada, özrün anlamı, ahlâki boyutu ve tövbe ile ilişkisine yer verilmiştir. Özür dilemenin gerekçelerinden söz edilerek, bir özürde bulunması gereken; özür dileme ifadesi, hesap verme, sorumluluğu üstlenme, onarım teklifinde bulunma ve tekrarlanmayacağına dair vaatte bulunma gibi özür dileme stratejilerine değinilmiştir. Dini geleneklerdeki tövbenin özürle benzerliğine vurgu yapılmış, özür ile affetme ilişkisi, tarafların benimsemeleri gereken tutumlar açısından değerlendirilmiştir. Son olarak bir değer ve nezaket kuralı olarak ailede özür dileme eğitiminin nasıl verilmesi gerektiğine ilişkin öneriler sunulmuştur. Özet: Bu çalışma, toplumsal ilişkilerde bireylerin birbirlerine karşı işlemiş olduğu kusurların telafi edilmesi ve bozulan ilişkilerin düzeltilmesinde özür dilemenin ahlâki bir değer olarak anlam ve önemine işaret etmektedir. Her insanın hata yapabileceğinin kabul edilmesi, özür dilemenin bir erdem olarak ortaya çıkmasına zemin hazırlayan en önemli unsurdur. Kişinin hatalı olabileceğini kabul etmesi, kendisini kimseden üstün görmemesi gerektiğini öğretir, bu tür hatalar yapmama konusunda istek ve irade uyandırır. Özür dilemek kişiyi, dürüst olmaya yönlendirdiği gibi başka insanlara değer vermenin, saygılı olmanın gerekliliğini anlatır. Özür dilemek, aslında özür dilemeye neden olan söylem, eylem ve uygulamaların adil, doğru, meşru olmadığını, hata yaptığını kabul etmek demektir. Özür dileyebilmek, öncelikle kişinin insan olduğunun anlaşıldığını gösterir. Her insanın hata edebileceğinin bilinmesini, bizim de hatalı olabileceğimizi kabul ettiğimizi ifade eder. Bu kişiye, kendisini kimseden üstün görmemek gerektiği anlayışını kazandırır. Ayrıca artık böyle hatalar yapmamak konusunda kendisinde bir arzu ve irade uyandırır. Özür dilemek, kişiyi dürüst olmaya zorladığı gibi başka insanlara da değer vermenin, saygılı olmanın gerekliliğini anlatır. Kendisinden özür dilenen kişi, mutlaka saygıdeğer biridir. Saygı gören kişi de mutlaka karşısındakine saygılı olur. Sosyal düzenin ve yaşamın temeli de karşılıklı saygıdır. Özür dileyebilmek, bireyin kendisine bakış açısını olması gereken noktaya çektiği gibi, diğer insanlara saygılı olma anlayışını kazandırarak sosyal düzenin sağlıklı işlemesine zemin hazırlar. Zira özür dileyebilmek aczin itirafı, dürüstlüğün, samimiyetin ifadesidir. Bu yönüyle özür dilemek bir fazilet ve erdemdir. Değerlerin kaybolup bencilliğin ve nihilizmin kuşattığı toplumunun, faziletliler, erdemliler, insanın değerini bilenler haline getirilmesi gerekiyor. İyi ve erdemli insan hiç hata etmeyen değil, işlediği hatadan dolayı özür dileyen ya da o hatayı affettirme yollarını arayan, hatasından dönen kimsedir. Özür dilemenin aslında sadece bir sorumluluk üstenmek değil insanın kendine güveninin de bir göstergesi olarak görmeli, vicdani bir muhasebe ve bir anlamda kişinin kendi kendini yargılaması olduğu da unutulmamalıdır. Başkasının ayağına basan, elbisesini kirleten rahatlıkla özür dileyebilirken, bir insanın hakkını elinden alan, hayatını zehir eden, geleceğini karartan kişinin pişmanlık, telafi, onarımdan oluşan kapsamlı bir özür dileme aklına gelmemektedir. Anne ve baba çocuğuna özür dilemesi gerektiğini söylediğinde, çocukta üzerinde düşünülecek bir süreç başlatılmış olacaktır. Çocuk eğer bunun gerekliliğine işaret eden ebeveyninin önünde özür dilerse bu çocuğun ahlâki eğitiminde önemli bir aşamadır ve o çocuğun söz konusu normları içselleştirdiğini ve bağımsız bir ahlâk muhasebesine giriştiğini gösterir. Çünkü o artık dışardan dikte edilmeden savunduğu bir değerin çiğnendiğini dolayısıyla özür dileme davranışında bulunmak için gerekli motivasyona sahip olduğunu anlar. Özür dilemenin önündeki en büyük engel kibirdir. Kadın erkek ilişkilerinde, kadınların daha kolay özür dileyebildikleri, kadınların erkekler gibi güçsüzlük ve kendilerini küçültme gibi bir anlayışa kapılmadıkları görülebilmektedir. Bir yönetici, bir patron, bir lider, bir başkan astından, emri altındakilerden özür dilediğinde otoritesinin ve saygınlığının azalacağını düşünerek bunu geciktirebilmekte veya yerine getirmemektedir. Ailede erkek, okulda öğretmen, kurumda yönetici, işyerinde patron vb. lider ve otorite sahibi kişiler geçmişi meşrulaştırmak, hataları unutmak ya da reddetmek, ahlâki olarak sorgulanmasını önlemek için yaptıklarını, söylediklerini görkemli gösterme ve kutsama yoluna giderek özür dilemekten imtina ederler. Bu da bize özür dileme anlayışının aileden başlayarak toplumsal bir kültür olarak içselleştirilmesinin önemini anlatır. Bireysel hatalar için günlük yaşamda özür dilendiği gibi kurumsal hatalar ve yaşanan kimi talihsiz olaylar için de özür dilenmelidir. Özür dileme, toplumlar arası ilişkilerde diyalog kültürünün yerleşmesi için uygun bir zeminin oluşturması ve bazı ortak değer ve çıkarların paylaşılması açısından ciddi bir potansiyele sahiptir. Özür dilemek toplumlar arasında hoşgörü, işbirliği ve barış içinde bir arada yaşama kültürünün gelişmesine önemli bir düzeyde katkı yapabilir. Özür gerektiren bir kusur işlendiğinde sadece olanı biteni anlamayı değil, fâilin de mağdurun duygularını ve anlayışını benimseyebilmesi için olay tek taraflı bir bakış açısı ile değil, bütün bir bağlamı ve taraflarıyla değerlendirilmelidir. Özürde; özür dileme ifadesi, hesap verme, sorumluluğu üstlenme, onarım teklifinde bulunma ve tekrarlanmayacağına dair vaatte bulunma gibi özür dileme stratejileri bulunmalıdır. Dini geleneklerdeki tövbe özürle benzerliklere sahiptir. Özür dilenmesi karşısında mağdur affetmekle suçluya karşı olumsuz duygularını azaltmakta ve ilişkiyi onarmaktadır. Özür dileme, mağdur için itibar koruyucu bir eylem olurken hatalı kişi için itibar zedeleyici bir eylem olmaktadır. Affetmek ve hata yapan kişinin itibarını korumak da önemlidir. Kültürel geçmiş gibi cinsiyet de kadın ve erkeklerin farklı özür dileme stratejileri tercih etmelerine sebep olmaktadır. Farklı özür dileme şekilleri yaş, gelir durumu, meslek, etnik köken gibi faktörlerden de etkilenmektedir. Özür dilenecek zamanı, ortamı, muhatabın ruh hali, iyi hesap edilmelidir. Bunlara yeterince özen gösterilmediğinde özür, amacına ulaşmayabilir ve bozulan ilişkiyi düzeltme imkânı kalmaz. Kişinin başkalarına, topluma ve çevresine karşı hata yaparak suçlu duruma düşmüş olabileceğini kabullenmesi ve bu durumda mağdurdan özür dilenmesi gerekliliği, çocuk yaşlarda ailede öğretilmelidir. Çocuk ailesinde ve çevresindeki insanları model alarak hata yaptığında özür dilemeli, kendisine karşı yapılan ve özür dilenilen durumlarda affedici olabilmelidir. (shrink)
Kohlberg basamakları çerçevesine uymayan ahlâkî yargı sıklıkla geçiş basamaklarında değerlendirilmektedir. Bu konuların bir denge basamağında olmayıp, daha çok iç çatışma düzeyinde oldukları farz edilmektedir. Bu makalede, sözü edilen görüşe karşı çıkılmakta, 4 1/2 yargısının diğer herhangi bir ahlakî yargı tipinden daha tutarsız olmadığı ve Basamak 4 1/2'un ayrı bir basamak olarak kabulü gerektiği savunulmaktadır. Bu kabul ancak; ahlakî biliş mimarisinde ayrı bir köşe taşı olarak Basamak 4 1/2' u içine alan yeni bir basamak sınışandırması çerçevesi içinde mümkün olacaktır.
Mezhepler, İslam düşünce tarihinin -tenkid edilse dahi- bir parçasıdırlar. Bu oluşumların sâlikleri arasında onaylanması zor bazı olayların vuku bulduğu tarihi bir hakikattir. Bununla beraber mezkûr teşekküllerin İslam düşünce dünyasının oluşumuna büyük katkı sağladıkları da su götürmez bir gerçektir. Zira her farklılık beraberinde yeni tezleri doğurmuş ve her tez de peşinden anti-tezler geliştirmiştir. Fikri hareketlilikler de İslam düşüncesini başka bir medeniyete nasip olmayacak bir kültürel zenginlikle taçlandırmıştır. Bu meyanda Hâricîler, İslam düşünce tarihinin ilk ortaya çıkan oluşumudur. Hâricîler tarihi süreçte çeşitli etkenlerle (...) önce kendi içinde gruplara ayrılmış ve daha sonra bu gruplardan sadece İbâzîler günümüze kadar varlıklarını devam ettirmişlerdir. Teşekkül dönemlerinden itibaren Hâricîler entelektüel bir birikimden daha çok kılıç-kalkanla meşhur olmuşlardır. Bu durum onların ilmî faaliyetlere yeterince zaman ayırmalarını da engellemiştir. Bu sebeple tarihi süreçte oluşmuş olan Hâricî literatür diğer teşekküllere göre son derece azdır. Ancak Hâricîlerle aralarında bazı fikri yakınlıklar bulunsa da bu mevzuda İbâzîleri ayrı değerlendirmek daha sağlıklı sonuçlar elde etmenin yolunu açacaktır. Zira kaynaklarda Hâricî kategorisinde zikredilen eserlerin neredeyse tamamı İbâzîlere aittir. Ayrıca İbâzîler çoğunlukla Hâricîlerle beraber ele alınıp bir ayırıma gitmeden değerlendirilerek ilmi literatürlerinin az olduğu ifade edilmektedir. Hâlbuki nüfuslarıyla kıyaslandığında ortaya koydukları eserlerin azımsanmayacak miktarlarda olduğunu ifade etmek mümkündür. Yapılan taramalarda -son zamanlarda sınırlı miktarda bazı araştırmalar yapılmış olsa da- İbâzîler hakkında yapılan çalışmaların ülkemizde yeterli miktarda olmadığı akademik camiada malum olan bir vakıadır. Binaenaleyh bu araştırma, gerek İbâzî tefsir alanında çalışmalar yapacak araştırmacılara bir katkı sağlamak gerekse İslam toplumunun bir parçası olan İbâzîlerle ilgili ülkemizde eksikliği hissedilen araştırmalara bir yenisini eklemek gayesiyle yapılmıştır. Dolayısıyla bu çalışmada Hâricî ve İbâzî grupların tarihi süreçte bugüne kadar oluşturdukları tefsir literatürlerinin ele alınıp tanıtılması hedeflenmiştir. (shrink)
Siyasetname ve nasihatname türü eserler, siyaset, devlet ve yönetim hakkında önemli bilgi, ıslahat, nasihat ve öğütler içerirler. Bu eserlerde devlet başkanından en alt devlet görevlisine kadar devlette yönetici ve diğer görevlilerin nitelik, görev ve sorumlulukları hatırlatılır; yanlış ve bozulmalar ortaya konularak çözüm önerileri getirilir. Bedreddin İbn Cemâa tarafından kaleme alınan Tahrîrü’l-Ahkâm fî Tedbîri Ehli’l-İslâm adlı eser de insanlığın ortak siyaset görüşü birikimini teşkil eden siyasetname kapsamında görülebilecek ve ele alınabilecek bir kitaptır. Bedruddîn İbn Cemâa, İslam siyaset ve yönetim düşüncesi tarihinde (...) görüşleriyle dikkat çeken önemli isimlerdendir. Son tahlilde İbn Cemâa, araştırmacılar, bilhassa siyaset ve yönetim alanında çalışanlar için hazine değerinde bir eseri miras bırakmıştır. Muhaddis ve fakih olarak İbn Cemâa, müderris vasfıyla hocalık yapmış ve birçok öğrenci yetiştirmiş bir ilim insanıdır. Bu araştırmanın problemi, İbn Cemâa’nın siyaset ve yönetim düşüncesinin temel noktalarının ne olduğudur. Bu makalede İbn Cemâa’nın mezkur eserine dayanarak siyaset ve yönetimle ilgili yaklaşımlarını anlamak amaçlanmaktadır. Çalışma, bu amaç kapsamında bilhassa siyaset bilimi, sosyoloji ve tarih araştırmalarına katkı sağlamayı da hedeflemektedir. Araştırmacı, anlamacı metodolojik paradigma çerçevesinde nitel yaklaşımla ve dökümantasyon tekniği ile elde edilen veriler çerçevesinde konuyu ele almaktadır. (shrink)
Bir yandan modernizmin metafiziği semaya hapseden katı nesnelliği, dinin büyüsünü bozan araçsal aklı, titanlaştırılan bilimsel teknolojisi ve modernitenin bir sonucu olan kapitalizmin normatif baskısı; diğer yandan kültürel koşullanmanın ve tarihsel tecrübenin postmodern dayatmasında her bir öznenin kendi yorumuna pay edilerek parçalanmış hakikat iddiaları ve üst dilin reddiyle öznenin kutsal metni beşere indirgemesi karşısında dini sosyal teşekküller, siyasi, toplumsal ve sosyo psikolojik zeminde kimi zaman uhrevi kimi zaman da dünyevi pozisyonlar almaktadırlar. Bu makale, dini temsil iddiasında bulunan yapıların dünyevi olana karşı (...) pozisyon alırken müntesipleriyle beraber geçirdikleri yapısal ve fonksiyonel dönüşümleri ele almayı; dini yapıların zaman içinde değerler haritasındaki değişimleri gözlemlemeyi; özellikle Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde kurulan kimi zaman simbiyotik kimi zaman da çatışmalı diyalektiğin kodlarını siyasi, toplumsal ve ekonomik değişkenler çerçevesinde anlamlandırarak günümüz dini sosyal teşekküllerin kamusal ilişkilerine yönelik alternatif bir perspektif sunmayı amaç edinmektedir. (shrink)
Müslümanlar 8. yüzyılın başlarından 897/1492’e kadar Endülüs’te siyasî varlıklarını devam ettirmişlerdir. İber Yarımadası’ndaki Müslümanların ilk devleti olan Endülüs Emevî Devleti'nin 422/1031’de yıkılmasından sonra, çok sayıda şehir devleti kurulmuştur. Mülûku't-tavâif denilen bu küçük şehir devletleri, 5/11. yüzyıl sonlarında Hıristiyan güçler karşısında zaman zaman yok olma tehlikesi yaşamışlardır. Bu durum karşısında Mağrib'teki Berberî asıllı Murâbıtlardan yardım istemişlerdir. Mağrib’ten gelen yardımlar sonucunda Endülüs’te 483/1090 yılından itibaren Murâbıtlar, ardından 541/1147'den sonra da Muvahhidler hâkimiyeti başlamıştır. Muvahhidlerin 7/13. yüzyıl başlarında yıkılmasıyla Endülüs’te yeniden Mülûku’t-tavâif dönemi ortaya (...) çıkmış ve kısa zaman içerisinde Benî Ahmer dışındaki devletler yok olmuştur. Bu devlet, yaklaşık iki buçuk asırlık dönem boyunca ayakta kalmayı başarmıştır. Bu dönem boyunca da diğer devletlerle farklı yönlerden temaslarda bulunmuştur. Gırnâta Sultanlığı’nın en yoğun ilişki içerisinde bulunduğu devletlerden biri de, Mağrib’te, Cebelitârık Boğazı’nın güneyinde yer alan Merînîler Devleti olmuştur. Muvahhidlerin haleflerinden olan bu devlet, kendisini Endülüs cihadı açısından da onların varisi olarak görmüştür. Endülüs’te Hıristiyan güçlere karşı devam eden mücadelede de Merînîler ve Benî Ahmer genellikle işbirliği içinde olmuşlardır. Muvahhidlerin ardılı olan bu iki devlet, din, dil, kültür, soy olarak da ortak özelliklere sahiptiler. Öncelikle savunma amaçlı askerî zeminde başlayan ilişkiler, bununla sınırlı kalmamış, farklı alanlarda etkileşimlerle devam etmiştir. Bu çalışmada Benî Ahmer ve Merînîler devleti arasındaki çeşitli ilişkiler ve etkileşimler ele alınacaktır. (shrink)
Kur’ân-ı Kerîm ilimlerini araştırmak Allah indinde en şerefli amellerdendir. Özellikle de bu, Resulullah’ın ashabına öğrettiği vecih üzere vahiy lafızlarını nakletme olgusunu üstlenen kıraat ilmini araştırma olunca. Kur’ân-ı Kerîm İslam şeriatının ilk kaynağı olduğundan eskiden ve şuan âlimler Kur’ân-ı Kerîm’le ilgili olan tefsir, kıraat, dil bilim, i‘râb ve benzeri ilimlere önem vermişlerdir. Ben bu âlimlerden biri hakkında konuşmak istedim. O da çeşitli şeriat ilimlerinde ilim ehli arasındaki yüksek konumundan ötürü İmam Ebû Muhammed Mekkî b. Ebî Talib’tir. Mekkî, şeriat ilimlerin çoğunu elde (...) etmiş nadir âlimlerden biridir. Özellikle de O, Kur’ân ve tefsir ilminde birinci mevkiyi elde etmiş ve bununla da bu ilimlerde ipi göğüslemiştir. Kırâat, tecvid, arapça dil bilgisi, fıkıh, kelam ve diğer ilimler de yüz kadar esere ulaşan telifleri arkasında bırakmıştır. Ben bu çalışmada ilk başta Mekkî b. Ebî Talib ve kıraat ilimleri ile ilgili kitapları hakkında ışık tutmak, ardından da ayrıcalıkları ve onun özellikle de araştırmacıların anlamakta ihtilaf ettikleri tevâtür konusu hakkındaki görüşleri hakkında konuşmak istedim. Çalışmamı, kırâat ilimlerinde kendisinden sonrakiler üzerindeki etkisi hakkında konuşmak ile bitiriyorum. (shrink)
Çalışma Hıristiyanlığın Protestanlık mezhebinden doğan, özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nde kümelendiği gözlemlenen, İsrail’i ve Yahudileri orantısızca desteklemesiyle bilinen ve aynı zamanda İslam’a ve Müslümanlara karşı düşmanca yaklaşımları haiz “Hıristiyan siyonistlerini” ele almaktadır. Hareketin mahiyeti, doğuşu, teolojisi, faaliyetleri ve kendisinde mündemiç olan antisemitizm ile anti-İslamizm olguları incelenmektedir. Bulgulara göre, Hıristiyan siyonizmi çeşitli açılardan bakıldığında bir anomali teşkil etmektedir. Bunlardan en önemlisi, Yahudilerin ve Hıristiyanların yüzyıllarca birbirlerine en üst seviyede düşmanlık etmiş olan iki topluluk oluşudur. Hıristiyan siyonistler dünya tarihini Mesih’in zuhuruyla birlikte kurulacak (...) olan bin yıllık küresel krallık öncesindeki yedi bölüm olarak ele alan, sınırları büyük ölçüde İngiliz-İrlandalı teolog John Nelson Darby tarafından çizilen ve “premillennial dispensationalism (premilenyal dispensasyonalizm)” olarak bilinen teolojinin öngördüğü kıyamet senaryosuna inanmaktadır. Bu senaryo hareketin varlık sebebini, amaçlarını, dostlarını ve düşmanlarını belirlemektedir. Dost-düşmanlar olarak Yahudilerin buradaki rolü bazı çelişkiler ve ihtilaflar barındırırken, düşmanlar olarak Müslümanların rolü açıkça olumsuz bir görünüm arz etmektedir. Bunun sonucu olarak Hıristiyan siyonistler Müslümanları şeytanlaştırma eğilimine girmektedir. Her ne kadar dindaşları tarafından ahlak, siyaset ve özellikle teoloji eksenlerinde ağır eleştirilere tabi tutulsalar da Hıristiyan siyonistler emperyalist güçlerle olan uzun ittifaklarının da bir meyvesi olarak dünya politikasında kayda değer bir güce sahiptir. Hıristiyan siyonizminin mahiyeti ve dahi antisemitizm ve anti-İslamizm ile irtibatı konusunda Türkçe yazılmış eserlerin azlığına binaen çalışma literatürdeki bu boşluğu kapatma amacı taşımaktadır. Özet: İçinde bulunduğumuz dönemde anti-İslamizm kavramı ele alınırken kendisine özellikle Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) teopolitik dekorunda yer bulan “Hıristiyan siyonizmi” adlı grubun etkisine işaret edilmektedir. Bu grup literatür tarafından İsrail’i Yahudilerin vatanı olarak destekleyen Hıristiyanlar olarak tanımlanmaktadır. İsrail için Birleşen Hıristiyanlar (CUFI) gibi organizasyonlar aracılığıyla İsrail’in desteklenmesi noktasında etkin faaliyetler yürütmektedirler. Orta Doğu’da barışın tesis edilmesini inandıkları kıyamet senaryosunun önünde bir engel olarak gördükleri için kategorik olarak reddetmektedirler. Özellikle 19. yüzyılda başlayıp, 11 Eylül olayları ile birlikte ciddi bir ivme yakalayan ABD’deki anti-İslami hareketlerin büyük bir kısmı Hıristiyan siyonizmi ile ilişkilendirilen şahıslar tarafından başlatılıp desteklenmektedir. ABD’de yaklaşık 20 ila 30 milyon arasında Hıristiyan’ın bu ideolojiyi benimsediği tahmin edilmektedir. ABD dışında İngiltere, İskandinavya, Avustralya, Güney Afrika ve hatta Güney Kore ve Honduras gibi coğrafyalarda da taraftar bulmuşlardır. Birçok açıdan bakıldığında Hıristiyan siyonizmi bir anomali teşkil etmektedir. Bunun özünde Yahudilerin ve Hıristiyanların birbirlerine olan düşmanlıkları yatmaktadır. Yahudiler dini kaynaklarında Hıristiyanlığın en kutsal şahsiyetlerine ağır hakaretler ederken, Hıristiyanlar Yahudileri Tanrı katilleri olarak görmektedir. Ancak Hıristiyan siyonistlerin çoğunluğu İsrail konusunda adeta kraldan daha kralcı davranmaktadır. Hıristiyan siyonizminin teolojik zeminini incelemek isteyen bir araştırmacı eskatoloji (kıyamet bilimi), Armageddon savaşı, istiğrak, püritenler, premilenyalistler, dispensasyonalistler, fundamentalistler, restorasyonistler, evanjelistler, John Nelson Darby ve Cyrus I. Scofield gibi bazı kavram ve aktörlerle karşılaşacaktır. İrlandalı-İngiliz bir teolog olan Darby birçokları tarafından Hıristiyan siyonizminin kurucusu olarak görülmektedir. Hareket için hayati önem teşkil eden ikinci isim ise Cyrus Ingerson Scofield’dir. Scofield Reference Bible ’ı yayınlayarak Hıristiyan siyonizminin milyonlar tarafından benimsenmesine yol açmıştır. Hıristiyan siyonistler “premilenyal dispensasyonel teolojinin” gerçek olduğuna ve gerçekleşeceğine inanmaktadır. Buna göre dünya tarihi yedi çağdan oluşan doğrusal bir olgudur. İnsanlığın halihazırda altıncı çağda olduğuna, yedinci çağın ise çok yakında olduğuna inanmaktadırlar. Bu teolojinin öngördüğü kıyamet senaryosu Antichrist ’ın gelişi, Sahte Peygamber ve Şeytan ile birlikte cehennem teslisini kurması, Müslümanların da onlarla müttefik olarak hareket edip İsrail’e saldırmaları (Armageddon savaşı), Hz. İsa’nın gökten tekrar inerek İsrail’i kurtarması ve barışı tesis edeceği Milenyum Krallığı’nı kurması gibi öğeleri içermektedir. Siyonist olmayan Hıristiyan teologlar Hıristiyan siyonizminin teolojisini defaatle eleştiriye tabi tutmuştur. Yahudilerin seçilmiş ırk olarak görülmesi, Yeni Ahit’in bu ideolojiye destek vermemesi, “Armageddon savaşının” büyük mezheplerde karşılığının olmayışı ve hareketin Yahudi karakteri taşıması gibi sebepler yüzünden bazı Hıristiyan teologlar Hıristiyan siyonizmini heretik ilan etmiştir. Hıristiyan siyonizminin teolojisinin eleştirildiği bir diğer husus ise onun emperyal teoloji olarak yerine getirdiği işlev ile ilgilidir. Birçok düşünür Hıristiyan siyonizmi, Yahudi-Hıristiyan Batı anlatısı ve emperyalizm arasında sağlam bağlar olduğunu iddia etmektedir. Hıristiyan siyonizmi anomalisine bir açıklama getirmek isteyen şahıslar Hıristiyan siyonizmi içerisinde yer alan antisemitizme işaret etmektedir. Buna göre Hıristiyan siyonistler, Yahudilerin ve Yahudi devletinin kurulmasının gerçekleşmesinde hayati bir rol oynadığı kıyamet senaryolarını yürürlüğe koymak adına İsrail’i her şartta desteklerken, bu senaryo Yahudilerin kendisini Mesih gibi gösteren Antichrist tarafından yönetilmesini ve Yahudilerin çoğunluğunun Mesih’in gelişinden sonra ölmesini içermektedir. Aynı zamanda neredeyse daima İsrail yanlısı açıklamalar yapan bazı Hıristiyan siyonistlerin zaman zaman doğrudan antisemitik söylemlere başvurduğu gözlemlenebilmektedir. Bu sebeple Hıristiyan siyonistler ve Yahudiler arasındaki teopolitik ittifakın bir noktada bozulacak pragmatik bir ittifak olduğu iddia edilmektedir. Anti-İslamizm noktasındaki bulgulara göre Hıristiyan siyonistlerin %70’i Araplara karşı ya kayıtsız ya da düşmanca hisler beslemektedir. 11 Eylül’den sonraki dönemde İslam’ın şeytanlaştırılması operasyonu büyük ölçüde Robertson, Graham, Lindsey, Vines ve Falwell gibi Hıristiyan siyonistler tarafından gerçekleştirilmiştir. Yine İsrail’in 1948 yılında kuruluşu, Filistinliler için doğurduğu sonuçlara rağmen Hıristiyan siyonistlerin çoğu için bir kıyamet alametinin gerçekleşmesi anlamına gelmektedir. Hıristiyan siyonistlerin inandıkları kıyamet senaryosunda Müslümanlar ancak düşman saflarında savaşan Gog ve Magog olarak anlam bulabilmektedir. Onlar Şeytan, Antichrist ve Sahte Peygamber ’den oluşan cehennem teslisinin müttefikleridir. Filistinliler, Araplar ve Müslümanlar senaryonun gerçekleşmesi önünde doğrudan engel teşkil etmektedir. Bu hususlar birlikte değerlendirildiğinde halihazırda Hıristiyan siyonistlerin İslam’a ve Müslümanlara neden bu kadar olumsuz yaklaştıkları hususu açıklık kazanmaktadır. Görüldüğü üzere karşı karşıya olunan, gerçek dünyadaki gerçek olaylar ve aktörler hakkında rasyonalizasyona ve değişime kapalı olan, son derece tehlike arz eden dini inançlardır. Hıristiyan siyonizmi üç dinin etkileşime girdiği, üç dinin de bağlılarını ilgilendiren bir fenomendir. Teolojik analiz hareketin Hıristiyanlık dininin kutsal metinlerini İsrail lehine yorumladığını, ancak siyonist olmayan Hıristiyan teologlarca desteklenmediğini göstermektedir. Emperyalist ajandalar dahilinde ABD ve İngiltere gibi devletlerce de destek bulan bu hareketin kıyamet senaryosuna göre Müslümanlar Şeytan’ın müttefikleri olarak kötülüğün tarafındadır. Hz. İsa’nın yeryüzüne dönüşüyle yenilecekler ve yok edileceklerdir. Milyarlarca dolarlık bütçeleriyle, sayıları on binlerle ifade edilen propagandist vaizleriyle, Kuran-ı Kerim yakmak ve Hz. Muhammed’e terörist demek gibi eylemleriyle, Yahudileri İsrail’i Filistinlilerden temizlemeye teşvik etmeleriyle, bu uğurda onlara ciddi bir finansal ve manevi destek sağlamalarıyla ve Batı devletlerini İsrail’in düşman olarak algıladığı Müslüman komşularıyla savaşmaya teşvik eden lobicilik faaliyetleriyle Hıristiyan siyonistler halihazırda İslam’ın yüzleştiği en ciddi meydan okumalardan birisini teşkil etmektedir. Bu hareketin zararlı sonuçlarıyla mücadele etmek için atılması gereken en önemli adım araştırmaları derinleştirerek kitleleri doğru şekilde bilgilendirmek olacaktır. (shrink)
Bu çalışma, Suyûtî’nin el-İtkân fî ulûmi’l-Kur’ân isimli kitabının birinci türüyle ilgili bir incelemedir. Bu başlık nüzul zamanı ve mekânı ile ilgili Kur’ân ayetlerinin taksimi konusunda söylenen sözlerin tahlilini içermektedir. Ebu’l-Kâsım el-Hasan b. Muhammed en-Nisabûrî bu türleri et-Tenbîh 'alâ fadl-i ulûmi’l-Kur’ân isimli kitabında 25 türe ayırmıştır. Bu türlerin, Kur’ân ilimlerinin en üstünü ve tefsir ilmine başlamak için şart olduğunu ifade etmiştir. Suyûtî, İtkânı’nda bu türlerin çoğunu müstakil başlıklar altında ele alarak bu görüşe katılmıştır. Bu durum bazı âlimlerin çekingen kaldığı diğer bazılarının (...) abartı ve aşırılık olarak nitelediği, bir kısmının da şüpheye kapı araladığını belirttikleri bir husustur. Bu şüphelerin en önemlilerinden birisi de Kur’ân’ın tarihselliği söylemidir. Zira Mekkî ve Medenî konusunda aktarılanlar, pek çok müsteşrik ve modernistin Kur’ân’ın bütün zaman ve mekânlar için geçerli olmasını reddetmelerinde onların imdadına yetişmiştir. İşte bu araştırma konuyla ilgili en önemli görüş ve söylemlerin problemlerini gidererek çözüm yollarını ortaya koyan bir analiz ve tartışmadır. Ayrıca bu araştırma şüphe yollarının kapatılmasına katkı sağlayacak, Mekkî ve Medenî konusunda geniş bir bakışı açısı sunacaktır. (shrink)
Kültürleri ve inanışları farklı insanların etkileşimi üzerinde gelişen turizm, özellikle ekonomik getirileri nedeniyle pek çok yerel ve ulusal yönetici tarafından öncelikli sektörler arasında değerlendirilmektedir. Ancak, turizm gelişimi ekonomik unsurların ötesinde çevresel ve sosyo-kültürel pek çok etki de oluşturmaktadır. Söz konusu etkilerin yerel halk tarafından algılanışında etkin olan pek çok unsur incelenmiş olmakla birlikte dindarlığın etkisi çok az araştırılmıştır. Bu kapsamda, toplumsal ve bireysel düşünce ve davranışlar üzerinde önemli bir etken olan dindarlık hususunun turizmin sosyo-kültürel etkilerinin algılanışında etkin olup olmadığının incelendiği (...) bu çalışma, alanyazına katkı sunabilecek boyuttadır. Çalışma kapsamında nicel araştırma yöntemlerinden anket tekniği benimsenmiş olup veri, Muğla Menteşe ilçesinde ikamet eden 528 bireyden elde edilmiştir. Çok değişkenli istatistik analiz yöntemlerinden yararlanılarak açıklayıcı ve doğrulayıcı faktör analizleri ile yol analizi uygulanmıştır. Sonuçlar, dindarlık algısı arttıkça olumsuz sosyo-kültürel etkilerin daha kuvvetli algılandığını ancak dindarlık ile olumlu sosyo-kültürel etkilerin algılanışı arasında bağlantı bulunmadığını vurgulamaktadır. Bu sonuçlar, turizm planlaması ve gelişimini sürecinde yerel halkın inançlarının da göz önünde bulundurulmasının gerekliliğini işaret etmektedir. Özet: İnsanların aynı değerler etrafında toplanmalarını ve grup halinde hareket etmelerini sağlayan inanç sistemi veya toplumda birlikte yaşayan bireylerin ilişki ve sorumluluklarını belirlemek için düzenlenmiş inanç, uygulama, ritüel ve semboller sistemi olarak tanımlanabilecek olan din, en yaygın ve etkili sosyal kurumlardan olmasının ötesinde hem birey hem de toplumların tutumlarını, değerlerini ve davranışlarını etkilemesi nedeniyle, özellikle son yıllarda, sıklıkla incelenmektedir. Bireylerin dini bir gruba veya kurallara bağlılık dereceleri olarak tanımlanabilecek dindarlık ise dinsel öğelerin bir kişinin yaşamı üzerindeki etkinliğini ifade etmek için kullanılmaktadır. Tıp, antropoloji, psikoloji, sosyoloji gibi bilim dallarında yapılan çalışmalarda dindarlık ile mutluluk ve bedensel / ruhsal sağlık arasında genellikle olumlu bir ilişki olduğu tespit edilmiştir. Turizm alanında yapılan çalışmalarda ise, din, yoğunlukla inanç turizmi veya turistlerin tercihleri üzerindeki etkisi kapsamında ele alınmış ve dini turizmin planlanması ve kutsal alanların yönetimi, turizmin dini bölgelerdeki etkileri, hacıların seyahat motivasyonu ve seyahat şekilleri ile turistlerin dini ihtiyaçları gibi konulara odaklanılmıştır. Kültürleri ve inanışları farklı insanların etkileşimi üzerinde gelişen turizm, özellikle ekonomik getirileri nedeniyle pek çok yerel ve ulusal yönetici tarafından öncelikli sektörler arasında değerlendirilmektedir. Turizm gelişimi ekonomik unsurların ötesinde çevresel ve sosyo-kültürel pek çok etki de oluşturmaktadır. Yerel halk, turizmin gelişmesi ve sürdürülebilirliği açısından önem arz etmekte olup yerel halkın turizmin etkilerine yönelik algıları sıklıkla araştırılan konular arasında yer almaktadır. Topluma ve/veya mekâna aidiyet duygusu, destinasyonun ve/veya turizm sektörünün gelişim düzeyi, turizmin ekonomi içindeki önemi, destinasyonun turizme ekonomik bağımlılığı, turizm sektöründe istihdam edilmek gibi ekonomik unsurlar veya sosyo-demografik özellikler gibi pek çok değişkenin yerel halkın turizm algısındaki etkileri incelenmiş olmakla birlikte dindarlığın etkisi çok az araştırılmıştır. Yapılan çalışmalarda, özellikle dini bölgelerde yaşayan yerel halk ve çoğunlukla din adamlarının algıları araştırılmıştır. Sonuçlar, yerel halkın bölgeye dini amaçlarla gelen ziyaretçiler (hacılar) ile turistleri ayırdığını ve hacıların turistlere oranla daha fazla kabul gördüğünü vurgulamaktadır. Ayrıca, turistlerin alanın ve yapıların kutsallığını, güvenliğini, dekorunu tehdit ettiği ve turistlerin taleplerinin dini uygulamalara zarar verdiği algısının yaygın olduğu, hatta turizmin kendi kültürleri ve dinleri için tehdit olarak görüldüğü tespit edilmiştir. Kutsal alanlar dışında kalan turizm destinasyonlarında ikamet eden yerel halkın görüşlerinin araştırıldığı çalışma ise çok daha azdır. Alanyazın taraması ile bu kapsamda sadece bir çalışma bulunulabilmiştir. İran’daki iki turizm destinasyonunda yerel halkın turizmin sosyo-kültürel sonuçlarına yönelik algılarında dindarlığın etkisinin incelendiği çalışma ile sosyo-kültürel etkilerin algılanışı ile dindarlık arasında pozitif bir ilişki bulunduğu ortaya çıkmıştır. Bu kapsamda, dindarlık hususunun turizmin sosyo-kültürel etkilerinin algılanışında etkin olup olmadığının incelendiği bu çalışma, alanyazına katkı sunabilecek boyuttadır. Çalışma kapsamında nicel araştırma yöntemlerinden anket tekniği benimsenmiştir. Ekonomik kaygıların katılımcıların görüşlerini etkilemesinin önüne geçilmesi amacıyla, Bodrum, Fethiye ve Marmaris gibi Türkiye’nin önemli turizm destinasyonlarına coğrafi olarak uzak olmamakla birlikte turizm gelişiminin sınırlı olduğu için tercih edilen Menteşe (Muğla) ilçesinde ikamet eden 528 bireyden elde edilen veriler iki aşamada analiz edilmiştir. İlk aşamada, kullanılan soru formu değişik çalışmalardan yararlanarak oluşturulduğu için ölçeklerin güvenirliğini test etmek üzere Güvenirlik Analizi ve yapısal geçerliliğini sınamak üzere Açıklayıcı Faktör Analizi (AFA) uygulanmıştır. Cronbach Alpha (α) değeri, sosyo-kültürel etkilere yönelik 22 ifade bütününde 0,907; her bir faktöre yönelik sırasıyla 0,941; 0,813 ve 0,772; Dindarlık ölçeğine yönelik ise 0,728 olarak hesaplanmış olup araştırmada kullanılan ölçeklerin güvenilir olduğu tespit edilmiştir. Sosyo-kültürel etkilere yönelik ifadelerin varyansın %64,413’ini açıklayacak şekilde 3 faktörlü bir yapı altında birleştiği, üç ifadeden oluşan dindarlık ölçeğinin ise tek faktöre yüklendiği ve varyansın %64,845’ini açıkladığı tespit edilmiştir. Dolayısıyla analiz için kullanılan yapının iyi derecede geçerli olduğu anlaşılmıştır. İkinci aşamada, AFA ile belirlenen faktörlerin çalışma kapsamında oluşturulan modele uygunluğunu test edebilmek için Doğrulayıcı Faktör Analizi (DFA) ve ölçüm modeli ile gizli değişkenler arasındaki ilişkiyi belirlemek ve kavramsal model ile verilerin uyup uymadığını değerlendirmek için Yapısal Eşitlik Model gerçekleştirilmiştir. DFA analizi sonucunda, bütün faktör yüklerinin 0,4’ün üzerinde olduğu ve uyum indekslerinin (x 2 /df, RMSEA, CFI, NFI ve GFI) hem DFA hem de yapısal eşitlik modelinde eşik değerleri aştığı görülmüştür. Dolayısıyla, faktör yapılarının ve çalışmada sınanan modelin uygun olduğu ve sosyo-kültürel etkilerin algılanması ile dindarlık arasında ilişki olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Çalışma sonuçları dindarlık ile turizmin olumsuz sosyo-kültürel etkilerinin algılanışı arasında bir ilişki bulunduğunu ancak turizmin olumlu kültürel etkilerinin algılanışında dindarlığın bir etkisinin bulunmadığını ortaya koymuştur. Dindarlık ile muhafazakârlık arasında kuvvetli bir ilişki bulunduğu göz önüne alındığında öngörülebilecek bir sonuç olduğu belirtilebilir. Ancak, Zamani-Farahani – Musa (2012) çalışmasında dindarlık ile sosyo-kültürel etkilerin algılanışı arasında olumlu etki bulunduğu sonucuna ulaşılmış olmasının destinasyonları ziyaret eden turistlerin profillerindeki ve sayılarındaki farklılıktan kaynaklandığı öngörülmektedir. İlk çalışmada ziyaretçilerin çoğu aynı din ve kültüre mensup kişilerden oluşuyorken, çalışma alanında turistlerin yarısına yakın kısmını farklı din ve kültüre sahip olanlar oluşturmaktadır. Çalışma sonuçları doğrultusunda turizm planlama ve uygulama süreçlerinde, yerel halkın dini inanışlarının, dikkate alınması ve dini inanışlara uygun adımların atılmasının veya yapılacak uygulamaların dini inanışlarına aykırı olmadığının anlatılmasının gerekli olduğu söylenebilir. Ayrıca, turizmin yerel dini inanışlara aykırı sonuçlar doğurmayacak (ya da bu tür sonuçları en aza indirgeyecek) şekilde gelişimine yönelik kararlar alınması gerekmektedir. Kitle turizminin (özellikle deniz–kum–güneş) geliştiği popüler destinasyonlara yakın olmakla birlikte ekonomik olarak turizm ile yoğun bir bağlantının bulunmadığı bir alanda gerçekleştirilen bu çalışmanın sonuçları kesitseldir. Diğer bir ifadeyle sonuçlar çalışma alanı ve hatta katılımcılar ile sınırlıdır. Gelecek çalışmalarda farklı turizm türü ve turist profiline sahip yerleşimlere odaklanabilir. Ayrıca, sonuçların ekonomik olarak turizme bağımlı destinasyonlarda da sınanması gereklidir. (shrink)
Türk milleti dünyanın en zengin kültürüne sahip olduğu gibi en zengin diline de sahiptir. Ancak daha eski çağların dil verileri ne yazık ki, yazılı vesikalara aktarılmamış, karanlık dönem olarak kalmıştır. O bakımdan Türkçenin Altay veya Proto-Türk devri hakkında bilgimiz sınırlıdır ve sahip olduğumuz kelime sayısı da çok azdır. Eski Türkçe adlanan bu lügat sadece Orhun-Yenisey yazıtları ile tespit edilen ve Uygur yazıtları ile devam eden Türkçenin malum en eski yazılı kaynaklarının sözlüğüdür. Yer yüzündeki diller arasında Türkçenin yerine baktığımızda, Ural-Altay dil (...) grubunun Altay koluna bağlı bir dil olduğu ve geçmişinin M.Ö. 4000’li yıllara indiği görülür. Bu tarihten, M.Ö. 5. yüzyıla kadar olan dönem genel olarak Altay veya Proto-Türk devri olarak adlandırılır. Bu dönemde Türkçe ile ilgili az da olsa birtakım dil kalıntılarına rastlanır; ancak bunun yeterli olmaması ve bu dönemden bize yazılı herhangi bir metnin ulaşmaması, bu çağların karanlık dönem olarak adlandırılmasına neden olmuştur. Bu dönemde Türkçenin Çuvaşça ve Yakutça ile henüz ayrılmadığı, hattâ daha eskiye gittiğimizde Moğol, Mançu, Tunguz dilleriyle aynı çatı altında toplandığı varsayılır. Bilindiği gibi daha önce Eski Türkçe döneminin ayrı ayrı metinlerini kapsayan birçok sözlük çalışması yapılmıştır. Ancak bu sözlükler birbirinden bağımsız hazırlanmış, bir kısmı Göktürk dönemi ile Orhun Yazıtlarını, diğer bir kısmı da Uygur dönemi ile bu dönem metinlerini temel almıştır. Eski Türkçe bir bütün olarak düşünüldüğünde, bu sözlüklerin bazı yönlerden yetersiz kaldığı bir gerçektir. Bu çalışmanın genel amacı, daha önce ortaya konulan Eski Türkçe sözlükleri bir araya getirerek Göktürk ve Uygur dönemlerini birlikte ele alan, daha kapsamlı ve tek bir sözlük oluşturmaktır. O bakımdan daha önce meydana getirilen sözlük çalışmaları temel alınarak ortaya yeni bir sözlük konulmuştur. (shrink)
Türkiye'de yapılan din sosyolojisi çalışmaları beraberinde nesnel olanı tarafsız bir tarzda inceleme kaygısını her zaman sürdürmüştür. Ülkemizdeki çalışmaların İslam dini ve İslam temelli farklı dini gruplar üzerine yoğunlaşması metodolojik olarak din sosyolojisinin tarafsızlığı problemini gündemde tutmuştur. Bununla beraber Türk toplumunu ve İslamiyet’in hâkim din olduğu diğer toplumları anlamak, dini olduğu kadar sosyolojik olarak da ilk kaynaklara inmekle, vahyin ilk muhataplarının davranışlarını yorumlamakla mümkün olacağı dikkate alınmalıdır. Özellikle İslam tarihinin özel bir dönemi olan “Râşid Halifeler Dönemi” ictihadları, hem İslam fıkhının teşekkülünde (...) hem de Müslüman milletlerin toplumsal yapılanmalarında şer’i ve rasyonel bir kaynak olarak refere edilmiştir. Bu bağlamda Müslüman toplumların idari ve içtimai teşekkülü meselesinde ilk dört halifenin ictihadlarının etkisi ve bu ictihadların sosyolojik veçheleri nelerdir sorusu irdelenecektir. Bir “İctihad Sosyolojisi” denemesi olacak bu çalışma, Sosyoloji ve Fıkıh ilmi için ortak bir çalışma alanı olanaklarını sorgulamayı da amaçlamaktadır. (shrink)
Namaz birçok âyet ve hadisin önemine vurgu yaptığı ibadetlerdendir. Hatta Kur’an’da namazla birlikte anılmak, diğer ibadetler için bir değer ölçüsü olarak görülmüştür. Hz. Peygamber’in sözlerinde namaz, kalbî bir eylem olan imanın görünür ve yaşanır ölçüsü olarak kabul edilmiştir. Namazın terk edilmesi farklı yorumlar olmakla birlikte “küfür” kelimesiyle de ifade edilmiştir. Bu öneminden dolayı namazın kasten terkedilmesi, namaz vaktinin farkında olmadan kaçırılması veya gaflete düşüp namaz içerisinde birtakım yanlışlar yapılması gibi konuları içeren hadisler titizlikle ele alınıp anlaşılmaya çalışılmıştır. Üzerinde farklı yorumların (...) yapıldığı rivayetlerden biri de “kulun kıyamet günü ilk olarak namazdan hesaba çekileceğini” bildiren hadistir. Metnin devamında ise “şayet farzlarda bir eksiklik bulunursa bunların nafilelerle tamamlanacağı” haber verilmektedir. Bu muhtevasıyla rivayet; namazın tembellik ve gaflet eseri terkedilmesi, istemsiz olarak kaçırılması ve kılınırken yapılabilecek birtakım hataların telafisi gibi birçok ihtimale hamledilebilecek bir anlama sahiptir. Makalede söz konusu rivayetin senet ve metnine dönük değerlendirmeler yapılacak ve zikri geçen bu ihtimâllerden hangisine delâletinin daha kuvvetli olduğu tespit edilmeye çalışılacaktır. (shrink)
İngiltere, Avrupa’da en fazla Müslüman nüfusa sahip ülkelerden biridir ve ülkede Müslümanlara yönelik olumsuz tutumlar giderek artmaktadır. Yabancılara yönelik bu olumsuz tutumların birçok farklı psikolojik nedeni bulunmaktadır. Dehşet Yönetimi Kuramı kapsamında yapılan çeşitli araştırmalar, bu nedenlerden birisinin bireylere ölümün hatırlatılması olduğunu iddia etmektedir. Bu kurama göre, hayatta kalmak gibi güçlü bir motivasyona sahip olan insan aynı zamanda bu çabalarının bir gün başarısız olacağını bilir ve ölüm kaygısı yaşar. Ölümün hatırlatıldığı bireyler, ölüm kaygısının üstesinden gelmek için kendi kültürlerine yöneldiklerinde, diğer kültürlere (...) yani dış gruplara veya onların üyelerine karşı önyargı geliştirirler veya onlara karşı olumsuz tutumlar edinirler. Bu iddianın test edilmesi için 2018 yılı içerisinde İngiltere’de 50 kişinin katılımıyla bir deney gerçekleştirilmiştir. Deney grubuna ölümü hatırlatıcı video izlettirilmiş; daha sonra deney ve kontrol gruplarına Müslümanlara yönelik tutumları ölçen sorular yöneltilmiştir. Elde edilen veriler analiz edildiğinde, ölümün hatırlatıldığı bireylerin (deney grubu), Müslümanlara yönelik tutumlarının, diğer bireylerden (kontrol grubu) daha olumsuz olduğu tespit edilmiştir. (shrink)
Günümüzde eğitim, rotasını kimi zaman çeşitli türden izm’lerin, ideolojilerin, kültürel veya ahlaki normların, kimi zaman ise ulusal ya da bireysel çıkarların belirlediği, “her şey gider” anlayışından hareket eden, içi tıklım tıklım yolcularla dolu bir trene benzemektedir. Ancak dur durak bilmeksizin yol alan, hangi istasyonda duracağı da belli olmayan bu tren, yolcularına, kendilerini, diğer insanları, dünyayı ve hayatı, insan olmanın değerinin bilgisine açılan bir pencereden değil, rotasını belirleyenin istediği ve seçtiği pencereden göstermekte, onları her geçen gün insanın olmanın ne demek olduğundan (...) hızla uzaklaştırmaktadır. Başka bir deyişle, yolcularının çoğunluğunu, kendisi dışında geride kalanı umursamayan, insanın değerini hiçe sayan, sınır tanımazlığı, yararcılığı baş değer yapan, basmakalıp düşüncelere saplanıp kalmış, insanlaşamamış bireyler olarak uğurlayan ve geride nakarat olarak sadece koca bir “boşuna” çınlatan bu tren, insanlığı hızla sıradanlığın, sorumsuzluğun, başıboşluğun ve anlamsızlığın yamacından aşağıya, dekadansa doğru sürüklemektedir. Nitekim dünya genelinde artan şiddet, terör olayları, açlık, yoksulluk, çevre kirliliği, salgın bulaşıcı hastalıklar gibi yaşamı yaşanmaya değer olmaktan çıkaran, gözlerimizin hemen her gün şahitlik ettiği insanlık dışı manzaralar, günümüz eğitim anlayışına ve bu anlayışın yetiştirdiği insan tipine yönelik böyle bir tespitin en açık kanıtıdır. Bu nedenle, aslında çoktan ıskartaya çıkmış olan bu kara treni zaman kaybetmeden durdurmamız ve “insan nedir?” sorusuyla bağlantılı olarak eğitimin neliğini ve amacını yeniden düşünmemiz gerekmektedir. Bu noktada, eğitimi, insan onuruna yakışır bir yaşamı inşâ edebilmenin olanağının koşullarından biri olarak gören ve eğitime ilişkin felsefi bilginin realiteye bakarak nasıl ve ne şekilde ortaya konulabileceğini gösteren Kuçuradi’nin, ontolojik temelli felsefi antropolojiye dayanan insan, değer ve eğitim görüşüne kulak vermek bizler için yol gösterici olacaktır. Dolayısıyla bu çalışma, eğitimin kişilere öncelikle “insan kimliği bilinci” kazandırması gerektiğini düşünen Kuçuradi’nin insan ve değer görüşünü, buradan hareketle dile getirdiği eğitimin neliğine ilişkin düşüncelerini irdelemeyi konu edinmekte, eğitimin her şeyden önce olanaklar varlığı olan insan için bir insanlaşma sorunu olduğuna dikkat çekmeyi amaçlamaktadır. (shrink)
Fasıl ve vasıl konusu, nahvin atıf konusuyla da ilişkili olarak cümlelerin bağlanma hususunu ele alan belagatın me‘ânî alanının önemli bir konusudur. Bu konuda, cümleler arasındaki anlam ilişkilerine dair bir takım kavramlar geliştirilmiş, cümlelerin bağlanmasıyla ilgili esaslar oluşturulmuştur. Bu konunun ele aldığı cümleler, aralarında sebep-sonuç, zıtlık, karşılaştırma vb. anlam ilişkileri bulunan cümleler değil, bu tür anlam ilişkileri dışında art arda gelen ve paragrafın oluşumuna katkı sunan cümlelerdir. Bu cümleler, bağlama dışında başka bir anlamı olmayan vav bağlacıyla veya bağlaçsız biçimde sıralanır. Bağlaçsız (...) sıralanan cümleler arasında modern dönemde noktalama işaretleri kullanılmaktadır. Fasıl ve vasıl konusu kendi kavramları ve sistematiği içerisinde cümlelerin bağlanmasını ve bağlanma esaslarını açıklamaktadır. Ancak bu tür cümlelerin ve bunların bağlanma konusunun Türkçe dilbilgisindeki karşılığı tartışılmamıştır. Çalışmanın bir kısmında bu konunun Türkçe kavramsal karşılığı teorik olarak tartışılmakta ve sıralı bağlı cümleler olduğu tespiti yapılmaktadır. Çalışmanın diğer kısmında ise fasıl ve vasıl konusunda ele alınan cümleler Türkçe dilbilgisi perspektifinden hareketle yeni bir bakışla sunulmaktadır. Sıralı bağlı cümlelerin noktalama işaretleriyle ilişkisi olduğundan fasıl ve vasıl konusundaki cümlelerin bu işaretlerle olan ilişkisi de açıklığa kavuşturulmaktadır. (shrink)
Kur’ân’da mescid kavramı daha çok Mescid-i Haram bağlamında gündeme gelmekte ve yeryüzünde kurulan ilk evin/maʿbedin Ka’be olduğu ifade edilmektedir. Mescidler, Mescid-i Haram gibi güven, huzur, istikrar veren özgün yapılardır. Mescidler; terbiye, eğitim, irşâd, tefekkür, birlik ve beraberlik, dayanışma, yardımlaşma vurguları ile toplumun sosyal açıdan gelişmesini sağlar. İslâm tarihinde camilerin ifa ettiği vazifeler, İslâm dininin diğer muharref dinler gibi dinle dünya işlerinin arasını ayırmadığını, dini kalbe hapsetmediğini göstermektedir. Hz. Peygamber ve sahabeler döneminde mescidler çok amaçlı mekânlar olarak kullanılmaktaydı. Mescidlerin Hz. Peygamber (...) dönemindeki fonksiyonelliğini kaybetmesi toplum üzerindeki etkinliğini zayıflatmıştır. Mescidler günümüzde sosyal etkinliklerle canlı duruma getirilmeli ve öyle ki mescidler/camiler hayat olmalıdır. Makalemizde mescid kavramın Kur’ân ve hadislerdeki yeri, önemi, işlevi incelenecek ve mescidlerin tarihsel serüveni ve fonksiyonları hakkında bilgi verilecektir. Çalışmamız, ülkemizde camilerin asli fonksiyonlarına dönmesi ve toplumsal alanda etkinliğinin arttırılması hedeflemektedir. Bunun için yapılması gereken bazı iyileştirme faaliyetleri üzerinde durulacak ve çözüm önerileri sunulacaktır. (shrink)