Diego Gambetta and Gloria Origgi describe Italy as a country in which there is a widespread preference for promising high quality goods and delivering low quality goods. Builders are presented as an example. Gambetta and Origgi make proposals regarding why there are these preferences. I was going to ask, why don’t they just try being builders for a while? But metaphorically speaking, they are builders, which makes explaining the problems they face easier.
Eh bien ! Tu es quoi toi, dit le Pigeon ? Je vois bien que tu essaies de me raconter des histoires ! Je. Je suis une petite fille, dit Alice, pas très sûre d'elle car tous les changements qu'elle avait subis ce jour-là lui revenaient à l'esprit. En voilà une bonne, vraiment ! dit le Pigeon d'un ton plus que dédaigneux. Les Aventures d'Alice au Pays des merveilles. En juin 1992 s'est tenu à Amsterdam, dans les deux universités, le (...) premier colloque international sur les jeunes filles.. (shrink)
Mélia en a assez des sobriquets et remarques désobligeantes que lui valent quotidiennement ses cheveux extrêmement courts, qui entraînent de surcroît les gens à la confondre avec un garçon. "Pour avoir l'air d'une vraie fille" et séduire ainsi le beau Jérôme, la fillette se met donc en tête de prendre tous les moyens possibles pour faire allonger sa chevelure dans les plus brefs délais. Mais voilà, potions magiques et perruques causent des désagréments qu'elle n'avait pas envisagés... Et si la patience (...) et le naturel étaient encore les meilleurs des remèdes? -- Un roman empreint à la fois d'humour et de sensibilité qui démontre que la véritable beauté ne réside pas dans les standards véhiculés par la société et que la féminité ne passe pas forcément par ces derniers. Quelques illustrations stylisées en noir et blanc accompagnent le récit, porté par une écriture vive et rythmée, qui pourra notamment aider les enfants suivant des traitements médicaux à accepter et surmonter la perte de leurs cheveux. [SDM]. (shrink)
Kur’an’ın kendine has birbiriyle irtibatlı kelimeler dünyası bulunmakta-dır. Doğru bir Allah tasavvuru, Allah-âlem, Allah-kul, âlem-kul ilişkisinin nasıl olması gerektiği bu kelime dünyası tarafından anlatılmaktadır. Bu nok-tada Kur’an’da herhangi bir konu anlatılırken aralarında sıkı irtibat olan kelime grupları kullanılmıştır. Örneğin Allah Kur’ân’da kendisini, Rakîb, Alîm, Basîr, Habîr, Latîf vb. lafızlarla insanın idrakine yansıtmakta ve böylece doğru bir Allah Tasavvuru oluşmasını amaçlamaktadır. Bu çalışmada, öncelikle ra-ka-be /رقب kökünün etimolojisi üzerinde durulacaktır. Zira bir kelimenin dildeki asli anlamı ve türevleriyle beraber sonradan kazandığı anlamların (...) tespiti, ilgili kelimenin anlam sahasını keşfetme ile mümkündür. Akabinde bu kökün türevlerinden “Rakîb” kelimesi ile anlam ilişkisi olan ve Yüce Allah’ın Kur’ân’da kendisine nispet ettiği sıfatlarından, Alîm, Basîr, Habîr, Şehîd kelimeler tahlil edilecektir. Bu bağlamda doğrudan olmasa da dolaylı olarak Allah’ın görmesini ve gözetlemesini ifade eden kelimelere ve ilgili âyetlere yer verilecektir. Böylece ra-ka-be kökünün Kur’an siyakındaki anlam sahası ortaya konulmuş olacaktır. (shrink)
Résumé Je me propose de faire un bref aperçu des traductions bulgares de l’œuvre de Condorcet : son nom apparaît au début du XXe siècle grâce à la traduction de l’Esquisse d’un tableau historique des progrès de l’esprit humain par le juriste Tzvetan Vassilev Poupechkov. L’œuvre est à nouveau publiée dans les années 1940 pour répondre aux besoins idéologiques des milieux socialistes et communistes. L’article s’emploie à définir les motifs du traducteur bulgare Dimităr Ivanov Polyanov, poète « du prolétariat » (...) éduqué en France, et à éclairer l’intérêt des éditeurs et des chercheurs des deux dernières décennies pour l’œuvre de Condorcet. (shrink)
La differenza tra i concetti di sa?s?ra e nirv??a stabilita dal Buddha (VI-V sec. a.C.) nel suo primo sermone sembra essere messa in discussione dall’equiparazione dei due termini effettuata da N?g?rjuna (II sec. d.C.) in un passaggio-chiave delle sue MK2. Questo articolo, in primo luogo, difende la tesi che la contraddizione sia soltanto apparente e che la relazione, di differenza o di identità, tra le due dimensioni dipende dal registro filosofico, rispettivamente epistemologico e ontologico, usato – in entrambi i casi (...) per finalità soteriologiche – dal Buddha e da N?g?rjuna. In secondo luogo, cercheremo di provare che, in ogni caso, l’ontologia di N?g?rjuna, lungi dall’essere una novità filosofica o un’evoluzione rispetto al pensiero del fondatore del buddhismo è, al contrario, una delle possibili applicazioni della dottrina del non-sé (an?tma-v?da) – probabilmente il contributo più importante e originale del pensiero buddhista alla storia della filosofia universale – esposta dal Buddha nel suo secondo sermone. (shrink)
Kısa vadeli likidite sağlama ihtiyacının yanı sıra likidite fazlalığını kısa vadeli değerlendirme ihtiyacı finans kurumlarının ortak problemleridir. Konvansiyonel finans kurumları bu ihtiyaçlarının büyük kısmını repo-ters repo işlemleri ile karşılarken katılım finans kurumları ise faiz şüphesi nedeniyle repo-ters repo katılım bankacılığı ilkelerine uymadığı için bu ihtiyaçları karşılama konusunda problemler yaşamaktadır. Bu durum konvansiyonel finans kurumları ile rekabet halindeki katılım finans kurumları aleyhine işlemektedir. Bu makale repo işlemini ana hatlarıyla açıklayıp fıkhi boyutunu izah ettikten sonra Malezya’daki geri alım vaadi ile satım, Türkiye’deki (...) geri alım vaadi ile satım, organize teverruk, menkul kıymet rehinli karz sözleşmesi ve puantaj sistemi ile tekaruz anlaşması gibi halihazırda İslam dünyasında katılım finans kurumlarının repoya alternatif olarak uyguladıkları işlemleri ele almaktadır. Öte yandan bu çalışma kira sertifikalarının geri alım vaadi ile satımı, yatırım fonları, kira sertifikalarının alım satımı ile teverruk işlemi için katılım finans ilkelerine uygun bir pazar kurulması ve devlet destekli karz-ı hasen fonlarının kurulması gibi katılım finans kurumları adına repoya alternatif olarak düşünülen öneriler üzerinde yoğunlaşmaktadır. (shrink)
[...] Rousseau bir yandan çağının yükselen değerlerinden yararlanırken diğer yandan bu değerlerin içeriden eleştirisini yapmayı başarabilen düşünürlerden biri olduğu için fikirleri ölümünden asırlar sonra bile önemini yitirmemiştir. Demokratik devletlerin meşruiyet krizinin giderek derinleştiği ve çoğunlukçu, majoritarian, ideolojilerin etraflıca sorgulanmaya başlandığı çağımızda, demokrasiyi çoğunluk kararına ek olarak “rıza”, “Yurttaşlık”, “sivil özgürlük”, “kamusal uzlaşı” ve “Genel İrade” kavramlarıyla birlikte ele alan Rousseau’yu yeniden okumak önemlidir [...] Rousseau-demokrasi ilişkisinin kazılıp ortaya çıkartılacağı bu metinde uğranılacak olan kavramsal duraklar sırasıyla: Eşitsizlik (doğal ve toplumsal), özgürlük (...) (doğal ve sivil), politik bütün (bodypolitic), Genel İrade, ortak iyi (common good) ve Egemen olmalıdır. Söz konusu kavramlar, Rousseau’nun onlara yüklediği özgün anlamları gözden kaçırılmadan sanki ilk defa karşılaşılıyormuşçasına bir zihin açıklığı ile okundukları zaman, onun demokrasi görüşü de gün ışığına çıkartılabilir. (shrink)
Si la démocratie doit être comprise comme le gouvernement du peuple par et pour le peuple, il faut que le jugement populaire soit compétent : les procédures décisionnelles doivent pouvoir être à la fois inclusives et efficaces. Cet article considère l’une des conditions de la compétence du peuple : l’existence d’un espace public propice à la contestation publique des décisions politiques. En confrontant les paradigmes contestataire et épistémique de la démocratie, il montre d’abord que la contestabilité ne peut fonder la (...) légitimité démocratique des décisions que si la contestation populaire passe notamment par l’espace public médiatisé. Il établit ensuite qu’il est irréaliste d’attendre que les actions des agents médiatiques produisent spontanément un contexte adéquat à la délibération pour peu que la liberté d’expression et le pluralisme des médias soient protégés juridiquement, comme le suggèrent certaines approches. Il conclut enfin que l’espace public de la contestation doit être institué, ce qui suppose une régulation adéquate des médias, qui peut puiser dans les ressources offertes par l’éthique journalistique, la critique sociale et le droit de la communication. If democracy is to be understood as government by and for the people, popular judgment has to be competent : decision-making procedures need to be both inclusive and effective. In this paper I consider a condition for the competence of the people : the existence of a public sphere propitious to the public contestation of political decisions. By comparing the contestatory and epistemic models of democracy, I first show that contestability can only ground democratic legitimacy if popular contestation operates partly via the public sphere. I then claim that that it is unrealistic to expect that the actions of media agents will spontaneously produce an appropriate deliberative context provided that freedom of expression and media pluralism are legally protected, as some suggest. Finally, I conclude that the space for public contestation must be instituted, which implies that the regulatory resources offered by journalistic ethics, social criticism and media law should be exploited. (shrink)
Arap dili ve belâgati Kur’ân’ın doğru anlaşılması ve yorumlanmasında en önemli etkenlerdendir. Apaçık Arapça olarak inen Kur’ân bu dilin en beliğ ve fasih kullanımlarını içerisinde barındırmaktadır. Dili ve kullanımları bilinmeyen bir kitabın doğru anlaşılması mümkün değildir. Bu nedenle Kur’ân’ın doğru anlaşılıp yorumlanması adına birçok çalışma Arap Dili ve Belâgati konularına tahsis edilmiştir. Bu çalışma belâgat ilminin me‛ânî başlığı altında ele alınan fasıl ve vasıl konusunu Kur’ân yorumuna etkisi açısından inceleyecektir. Ardı sıra gelen cümlelerin birbirleriyle ilişkisini konu edinen fasıl ve vasıl, (...) bu cümlelerin hangi durumlarda birbirinden ayrılması, hangi durumlarda bitişik olarak getirilmesi gerektiğini ve bunların sebeplerini ortaya koyar. Bunların üzerine hangi anlamların ortaya çıktığını ifade etmesi yönüyle de Kur’ân yorumu açısından son derece önem arz eder. Özellikle de ayetlerin birbiriyle ilişkisine dair sonuçları olması bakımından ayetler arası münasebet konusunun da ilgi alanına girer. Çalışmada öncelikle fasıl ve vasıl kavramları tarif edilecek, sonrasında da örnek ayetler üzerinden bunların Kur’ân yorumuna etkisi ortaya konulacaktır. (shrink)
İslamî ilimlerin eğitim-öğretiminde şiir kullanımının Türk İslam Edebiyatında bir geleneği temsil ettiği söylenebilir. Nitekim ta‘lîm için siyer, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf vb. İslamî ilimlerin konularına dair mensûr olduğu gibi manzûm eserler de telif edilmiştir. Bu durum ise Türk Edebiyatında el-esmâü’l-hüsnâ, siyer, kırk hadîs, akâidnâme gibi bazı manzûm türlerin doğmasını sağlamıştır. Bilinebilen eser sayısı itibariyle Türkçe manzûm tecvîdler de bu türler arasına girmeye aday niteliktedir. Bu bağlamda çalışma; Türkçe manzûm tecvîd müelliflerinden biri olan Şeyhî’nin hayatını ve “Nazmu’l-Ehem fî İlmi’t-Tecvîdi’l-Elzem” adlı eserini (...) konu edinmektedir. Eser; Türkçe manzûm tecvîd yazma geleneğini devam ettirmesi ve türünün başarılı örneklerinden biri olması hasebiyle ayrı bir öneme sahiptir. Çalışma, Nazmu’l-Ehemm ’in tenkitli metin neşrinin yanı sıra eğitim-öğretim faaliyetlerinde yararlanıldığı düşünülen Türkçe manzûm tecvîdlerin işlevini yazar-eser özelinde gün yüzüne çıkarmayı hedeflemektedir. (shrink)
Trisvabh vanirdeśa (Treatise on the Three Natures) is Vasubandhu's most mature and explicit exposition of the Yogc c ra doctrine of the three natures and their relation to the Buddhist idealism Vasubandhu articulates. Nonetheless there are no extent commentaries on this important short test. The present work provides an introduction to the text, its context and principal philosophical theses; a new translation of the text itself; and a close, verse-by-verse commentary on the text explaining the structure of Yogacara/Cittamatra idealism and (...) comparing it to Western versions of transcendental idealism. In particular, I show how the doctrine of the three natures is used to make idealism coherent in a Buddhist context and how it sheds light on the structure and evolution of transcendental idealism in Europe. (shrink)
Mu‘allâkâtların, tefsir, nahiv, sarf ve dil ilimlerindeki önemli rolünün yanı sıra Arap dili ve edebiyatı âleminde de yüksek ve önemli bir konumu bulunmaktadır. Cahiliye devri müfredatlarının pek çoğunu kapsamasından ötürü dil ve edebiyat erbabı ona önem atfetmiştir. Onlardan biri de, ‘Şerhü’l-Kasâ’idi’l-السبع’ adıyla el-Muâ‘llekât’a yaptığı şerhiyle Ebu Bekir Muhammed bin el-Kasım bin Beşar bin el-Anbari. Bu eserinde pek çok nahiv, zamirin aidiyeti, harflerin manası, zarf ile car ve mecrûrun bağlı olduğu yerin belirlenmesi, müfredatlarıni‘râbı, illetler arasındaki üstünlükler, kıyasa ve luğatta asıl olana, (...) kelimenin irabını belirlemede bazı seslerin etki nedenlerine, sarf, lügat, belağat, eleştiri vb. konulara değinmektedir. Bu itibarla bu araştırma, betimsel analitik yöntemini kullanarak et-Anbari’ninMu‘allâkât şerhindeki nahiv yöntemini, Arap nahiv ilminde iki önemli konu olan kıyas ve ta‘lîl ile ilgili duruşunu açıklayarak değerlendirmeyi hedeflemektedir. (shrink)
Al-Ghazālı̄ famously claims in the Incoherence of the Philosophers that al-Fārābī and Avicenna are unbelievers because they hold philosophical positions that conflict with Islam. What is less well-known, however, is that Averroës claims in the Decisive Treatise that al-Fārābī and Avicenna are not unbelievers; rather, al-Ghazālı̄ is the true unbeliever for writing the Incoherence of the Philosophers. In this paper, my aim is to present a sustained reconstruction of Averroës’ legal and philosophical argument for why al-Ghazālı̄ is an unbeliever. The (...) crux of Averroës’ argument is that al-Ghazālı̄ has expressed false allegorical interpretations of scripture to unqualified persons, which has led them into unbelief. By being causally responsible for other people’s unbelief, al-Ghazālı̄ is an unbeliever as well. (shrink)
Fix 2 < n < ω. Let CA n denote the class of cylindric algebras of dimension n, and let RCA n denote the variety of representable CA n ’s. Let L n denote first-order logic restricted to the first n variables. Roughly, CA n, an instance of Boolean algebras with operators, is the algebraic counterpart of the syntax of L n, namely, its proof theory, while RCA n algebraically and geometrically represents the Tarskian semantics of L n. Unlike Boolean (...) algebras having a Stone representation theorem, RCA n ⊊ CA n. Using combinatorial game theory, we show that the existence of certain finite relation algebras RA, which are algebras whose domain consists of binary relations, implies that the celebrated Henkin omitting types theorem fails in a very strong sense for L n. Using special cases of such finite RA ’s, we recover the classical nonfinite axiomatizability results of Monk, Maddux, and Biro on RCA n and we re-prove Hirsch and Hodkinson’s result that the class of completely representable CA n ’s is not first-order definable. We show that if T is an L n countable theory that admits elimination of quantifiers, λ is a cardinal < 2 ℵ 0, and F = 〈 Γ i : i < λ 〉 is a family of complete nonprincipal types, then F can be omitted in an ordinary countable model of T. (shrink)
“Dil politik bir zorunluluk olmanın yanı sıra, iletişim boyutunda bir oluş biçimi olarak estetik bir tutum da varlığa getirir. Bir şeye, dışarıda duran bir şeye gönderme yapma, gönderenin o şeyle olan tutum alışını gösterir. Ağaç ormanda bir anlama bürünürken, bir park alanında ya da yol kenarında başka bir anlama bürünür. Ağaç her zaman bir ağaç değildir; çünkü o ağaç olmaklığını benden bağımsız olarak almış olmasına rağmen, orada bir varlık olarak benim ifade etme biçimime bağlı olarak farklı anlamlara açıktır. Yine de (...) benim olan ağaç ile benim varlığıma gereksinim duymayan aynı ağaç, benim ağaç dediğim şeyle aynı değildir. “ağaç hakkında konuşuyorum,” bir betimleme sunmaz, dahası olmayan ağaç üzerinden bir ağaç var eder. Bu bir anlamada “o bir balık değil, balık resmidir,” türü bir yargıya doğru ilerler.” Bu örnek aslında felsefenin dilsel bir etkinlik olan nitel ya da nicel belirleniminin bize sunduğu ontolojiden bağımsız bir düşünüm olamayacağını açıklar mahiyettedir. (shrink)
CONTENTS James G. Hart: Wisdom, Knowledge, and Reflective Joy: Aristotle and Husserl Wayne Martin: Judgment Stroke-Truth Predicate: Frege and the Phenomenology of Judgment David R. Cerbone: Distance and Proximity in Phenomenology: Husserl and Heidegger Ra·l GutiTrrez: "The Logic of Decadence": Deficient Forms of Government in the Republic Heribert Boeder: Derrida's Endgame Jacques Derrida: Phenomenology and the Closure of Metaphysics Hans Rainer Sepp: Jan Patocka and Cultural Difference Carl Friedrich Gethmann: Hermeneutic Phenomenology and Logical Intuitionism: On Oskar Becker's Mathematical Existence Essays (...) in Honor of Heribert Boeder by Dennis J. Schmidt, Claus-Artur Scheier, Klaus Erich Kaehler, Franco Volpi, Martfn Zubirfa, Burt Hopkins, and Marcus Brainard Edmund Husserl: The Idea of a Philosophical Culture Johannes Daubert: Notes from Husserl's Mathematical-Philosophical Exercises, ed. and intro. Mark van Atten and Karl Schuhmann Jacob Klein: On Aristotle Eugen Fink and Jan Patocka: On the Phenomenological Reduction. (shrink)
Tasavvuf erbâbı tabîatleri gereği mâddî unsurlardan ziyâde mânevî değerleri muhafaza etmeye ve geliştirmeye çalışırlar. Fakat tasavvufî çevrelerin sosyal bir yapıya bürünmeleriyle berâber düşüncelerini ve değerlerini sembolize etmek için mâddî bir kısım edevât da kullanmışlardır. Bunların başında keşkül, teber, tahta kılıç, asâ, gül, hırka gibi unsular gelir. Bu çalışmamızda dervîşlerin kullandıkları mâddî edevâttan birisi olan tahta kılıç ve ifâde ettiği mânâlara bakacağız ve örnekler üzerinden tahlîl etmeye çalışacağız. Tasavvuf ehli tahta kılıç ile ilgili bir hadîs-i şerîfden yola çıkarak mânevî bir disiplin, (...) ahlakî bir prensip ve nefsânî bir terbiye metodu ortaya koymuşlardır. Yeri geldiğinde cihâd ve mücâhede için zāhir kılıcının yanı sıra bâtın kılıcını kullanmışlardır. Manevî kılıcı sembolize eden tahta kılıcın kullanımına dâir tespit ettiğimiz ilk örnek sahābe döneminde Muhammed b. Mesleme’ye aittir. Yaygın bir şekilde kullanımı ise 1200’lü yıllarda büyük tarîkatların kurulduğu dönemde yânî Abbâsî hilâfeti döneminde olmuştur. Memlüklü dönemi kaynaklarından okuduğumuz kadarıyla Yûsuf Selahaddîn-i Eyyûbî ve berâberindeki kalabalık dervîş gurubu bu unsuru yaygın olarak kullanmışladır. Yûsuf Selahaddîn Eyyûbî’nin hem Bağdâd’ta iken hem de Mısır’a sefer düzenlerken berâberindeki kalabalık derviş gurubuyla birlikte zikirler eşliğinde tahta kılıçla yürüdükleri kaydedilmiştir. Bektâşî Velâyetnâmelerinde Anadolu Selçukluları döneminde yaşayan Hacı Bektâş-i Velî’nin himmetleriyle Saru Saltuk’un tahta kılıç kullanarak mânevî bir savaş verdiğini görüyoruz. Velâyet-nâmelerde tahta kılıç kullanımına dâir pek çok örnek vardır. 20 yüzyılda da pek çok dergâh ve câmîde bu tür bir kılıcın sembolik olarak kullanıldığını bizzât müşâhede ettik. (shrink)
Studie má za cíl představit strukturu Hayekova evolucionismu. Argumentace postupuje v několika krocích: Východiskem je historicko- systematická expozice způsobu, jakým evoluční teorie ovlivnila Hayekovu filosofii, především s ohledem na periodizaci vývoje jeho myšlení a systematické odlišení explanans a explanandum v rámci jeho teorie vědy. Dále je rozebírán způsob, jakým Hayek rozvíjí svoji metodologii vědy. V této souvislosti je argumentováno ve prospěch teze, že Hayekovo pojetí metodologického dualismu je důsledkem ovlivnění evoluční teorií. Zároveň je evoluční teorie představena jako nástroj vysvětlení, konkrétně (...) pak tzv. vysvětlení vzorce. Následně je představeno Hayekovo pojetí společnosti v kontextu kulturní evoluce. Společnost je interpretována jako řád jednání a je kladen důraz na Hayekovo vnímání společnosti jako řádu vyvíjejícího se společně s lidskou myslí. Na základě těchto předpokladů je v poslední části rozvinuto Hayekovo pojetí mysli. Toto pojetí vychází z konekcionistické pozice. Dále argumentuji proti tradičnímu pohledu na Hayekovu filosofii jako rozvíjení Kantovy filosofie. Závěr rekapituluje základní body Hayekova evolucionismu. (shrink)
Son 13 yıl içinde yazdıklarım içinden seçip derlediğim bu dosyada farklı amaçlarla yazılıp bütünsel bir anlatı oluşturmak arzusuyla bir araya getirilmiş yazılar var. İçindeki yazıların başlıkları sırasıyla şöyle: 1. Maddesiz ama manalı ufuklar; 2. Wittgenstein'ın ölümsüz dünyasında kim öle, kim kala?; 3. Hilbert izlencesinin izinde; 4. Adcılık adına yeni bulgular; 5. Doğa ile oynanan oyunlarda hakikat arayışı; 6. Hakikat-sonrası hakikat araştırmaları; 7. Ekolojik bir etik arayışı: hakikat-sonrası, yalan, dolan; peki ya daha sonrası? Söz konusu yazılarla arzulanan bütünsel anlatıya göre bu (...) çalışma zihin-beden ikiliği, özdeşleştirme dizgeleri, adcılık, kamusal akıl yürütme ve çevre etiği gibi konularda felsefece değinilerden oluşan bir doğa felsefesine giriş denemesi olarak değerlendirilebilir. (shrink)
Takıyyüddin Râsıd, Osmanlı riyâzî ilimler geleneğinin en önemli temsilcilerinden biridir. Günümüze ulaşan eserlerinden araştırmalarını astronomi, astronomi aletleri, matematik, optik, mekanik ve fizik konularında yoğunlaştırdığı anlaşılır. Osmanlı’nın tek rasathanesi olan İstanbul Rasathanesi’ni kurması ve yönetmesi, Râsıd’ı birçok yönden önemli bir figür haline getirmiştir. Ancak mezkûr öneme rağmen onun öğrendiği, öğrettiği, ürettiği ve kullandığı matematik çok az sayıda araştırmaya konu olmuştur. Halbuki yapılan bir işin veya üretilen bir eserin niteliğini ve seviyesini belirlemenin önde gelen yolu, nasıl bir “alet” ile meydana getirildiğine bakmaktır. (...) Dolayısıyla bu makalede, riyâzî ilimlerde tebarüz etmiş bilginlerin ilmî karakteri ve kariyerini ortaya koymanın, matematik eserlerinin tahlilinden geçtiği tezinden yola çıkılarak Takıyyüddin Râsıd ’ın cebir risalesinin editio princeps, tercüme ve değerlendirmesi sunulacaktır. Cebir ilminin, herhangi bir konuda, mikdârî veya adedî fark etmeksizin karşılaşılan tüm problemlere uygulanabilme mizacı, mezkûr tezi ve dolayısıyla makalenin amacını daha anlamlı hale getirir. Klasik matematik eserlerinin sahih bir tetkiki için öncelikle orijinal metnin doğrulanması ve kolay bir okuyuş sağlayacak surete sokulması, ardından söz konusu dile kazandırılması ve son olarak matematiksel tahlil ve tarihsel değerlendirmeye tabi tutulması gerekliliği de makalenin ana yapısı ve muhtevasının gerekçesini açıklar. (shrink)
Cuand o l a edició n d e est e númer o d e lo s Anale s d e l a Cáted r a F r ancisc o Suá r ez estab a a punt o d e ce r rars e no s so r prendi ó e l f allecimient o d e fo r m a repentin a e inesperad a d e Nicolá s Lópe z Calera , Directo r d e est a pu b (...) licació n durant e má s de cuarent a años . P ar a e l equip o editoria l qu e fo r mamo s pa r t e d e lo s A CF S s u mue r te h a significad o un a pérdid a i r repara b l e po r l a huell a imbo r ra b l e qu e s u labo r aca- démic a y dedicació n un i v ersitari a h a dejad o entr e nosotros . Est e númer o adquiere u n significad o especia l po r qu e e l aza r quis o qu e e l Prof . Lópe z Caler a no s e n viase par a s u pu b licació n e n l a secció n abie r t a e l últim o trabaj o qu e habí a te r minado a f inale s de l pasad o v erano , un a i n v estigació n sobr e “Guille r m o d e Ockha m y el laicism o mode r no” . T ra s s u f allecimiento , e l Consej o d e Redacció n consider ó más apropiad o pu b lica r dich o trabaj o com o l o qu e s u mue r t e l o habí a acabad o con- vi r tiendo : u n document o póstumo . U n document o ademá s especialment e emot iv o par a todo s lo s qu e l o conocimo s y trabajamo s co n él . E n l a secció n habitua l d e la r e vist a podr á disf r uta r e l lecto r d e est e trabaj o de l Prof . Lópe z Caler a e n e l que v olví a a mostra r un a d e su s pasione s intelectuale s preferida s com o er a l a lectur a y l a constant e vuelt a a l pensamient o d e lo s clásico s desd e lo s qu e afronta r lo s temas má s contemporáneos. (shrink)
Cuand o l a edició n d e est e númer o d e lo s Anale s d e l a Cáted r a F r ancisc o Suá r e z estab a a punt o d e ce r rars e no s so r prendi ó e l f allecimient o d e fo r m a repentina e inesperad a d e Nicolá s Lópe z Calera , Directo r d e est a pu b (...) licació n durant e más d e cuarent a años . P ar a tod o e l equip o editoria l qu e fo r mamo s pa r t e d e lo s A CFS s u mue r t e h a signi f icad o un a pérdid a i r repara b l e po r l a huell a imbo r ra b l e qu e su labo r académic a y dedicació n un i v ersitari a h a dejad o entr e todo s nosotros. (shrink)
İlimler, sanatlar ve mesleklerin mazisi tarihe konu olduğu gibi, tarih de farklı sahalara mensup kimseler tarafından kaleme alınmıştır. İslam toplumunda 3./9. yüzyıldan itibaren tıp ve tabipler tarihine dair eserler yazılmaya başlamıştır. Öte yandan, tabiplerin de çağının tanığı olarak tarih yazdıklarını görmekteyiz. İslam dünyasında tabiplerin tarih yazıcılığının ilk örneklerine Abbâsî Devleti’nde rastlamaktayız. Saray tabipleri halifelerin ve devlet ricalinin tedavisiyle vazifeli iken, aynı zamanda siyasi ve toplumsal hadiselere de bizzat yakından şahit olmuşlardır. Bu tabiplerden bazıları gördüklerini rivayet ederek tarih yazımına dolaylı yoldan (...) katkıda bulunmuş, bazıları ahbâr veya kronik türünden eser yazarak çağını kayıt altına almış, bazıları da hatırat kaleme alarak müşahedelerini gelecek nesillere aktarma yolunu seçmiştir. Bu araştırmada Abbâsî Devleti’nin ilk iki asrında sarayda tabip olarak hizmet etmenin yanı sıra tarih eseri yazan şahsiyetler tespit edilmeye çalışıldı. Bu tabiplerin dönemin tarih yazıcılığına ne tür katkı sağladıkları, kaleme aldıkları tarih eserlerindeki hususiyetler ve Abbâsî sarayında istihdam edilen tabiplerin gündelik yaşamlarının öne çıkan yönleri ele alındı. Özellikle Abbâsî sarayı tabiplerinden Huneyn b. İshak’ın tarihe kaynaklık eden hatıratı ve Sâbit b. Sinân’ın kroniği üzerinde duruldu. (shrink)
Dans le Timée, l'hypothèse de la khó̱ra, qu'il faut se garder d'identifier avec la húle̱ aristotélicienne, permet de rendre compte du fait que les choses sensibles sont radicalement différentes de leur modèle intelligible. Or, la constitution mathématique des éléments à partir de la khó̱ra mène à la contradiction suivante : dans l'univers platonicien, il faut tenir compte à la fois du continu qui doit caractériser la khó̱ra, et du discontinu qu'instaurent inéluctablement les polyèdres réguliers auxquels sont associés les éléments. La (...) physique platonicienne n'est donc ni un atomisme, comme celui proposé par Leucippe et Démocrite, ni une physique du continu, comme celle admise par Parménide et Zénon. In the Timaeus, the hypothesis of khó̱ra, which we must refrain from identifying with Aristotelian húle̱, enables us to account for the fact that sensible things are radically different from their intelligible model. Yet the mathematical constitution of the elements from khó̱ra leads to the following contradiction : in the Platonic universe, we must take into account both the continuity that must characterize khó̱ra and the discontinuity inevitably introduced by the regular polyhedra with which the elements are associated. Platonic physics is thus neither an atomism, like that proposed by Leucippus and Democritus, nor a physics of continuity, like that held by Parmenides and Zeno. (shrink)
Bilimsel faaliyetin ve bilimsel bilginin en temel özelliklerinden bir tanesi olarak karşımıza çıkan bilimsel nesnellik bilim felsefesi alanı içerisinde sıklıkla tartışılan bir konu olagelmiştir. Bu doğrultuda, bilimsel nesnelliğin temin edilmesine yönelik çeşitli görüşler ileri sürülmektedir. Genel olarak bilimsel nesnellik bilim insanlarının çalışmalarında olguları doğrudan yansıtması ya da bilim insanlarının çalışmalarını tarafsız bir bakış açısıyla tamamlaması olarak anlaşılmaktadır. Bu görüşlerin bilim felsefesi içerisindeki yansımaları sırasıyla olgulara bağlılık olarak nesnellik ve hiçbir yerden bakış olarak nesnellik isimleriyle olmuştur. Bu bakış açısı, kişisel çıkarların (...) ve değerlerin bilimsel çalışmalardan izole edilmesi sayesinde bilimsel nesnelliğin sağlanabileceğini kabul etmektedir. Diğer bir deyişle, bilimler değerlerden bağımsız olduğu takdirde nesnel olabilmektedirler. Bu görüşe karşı olarak, Helen Longino gibi bilim insanları ise değerleri bilimsel nesnelliğin bir gerekliliği olarak görmektedirler. Bu çalışmada, özellikle değerlerin göz ardı edilmesiyle bilimsel nesnelliğin gerçekleştirilmesinin mümkün olamayacağını vurgulan Helen Longino’nun “bağlamsal deneycilik” olarak bilinen görüşlerine yer verilmektedir. Buna göre Longino, bilimsel araştırmanın toplumsal yönlerini göz önünde bulundurarak değerden bağımsız ideali tamamen reddetmektedir. O değer yüklü bir bilimin hem bilgi kuramsal açıdan hem de nesnellik açısından güvenilir olabileceğini düşünmektedir. -/- Scientific objectivity, which is one of the most basic features of scientific activity and scientific knowledge, is a subject that is frequently discussed in the field of philosophy of science. In this direction, various views are put forward to ensure scientific objectivity. In general, scientific objectivity is understood as scientists reflecting the facts as they are in their studies or scientists completing their studies with an impartial point of view. The reflections of these views in the philosophy of science were respectively called objectivity as faithfulness to facts and objectivity as a view from nowhere. This perspective recognizes that scientific objectivity can be achieved by isolating personal interests and values from scientific studies. In other words, sciences can only be objective if they are value-free. Against this view, scientists such as Helen Longino see values as a necessity of scientific objectivity. In this study, Helen Longino's views known as "contextual empiricism" are included. Accordingly, it is emphasized that it is not possible to realize scientific objectivity by ignoring values. Longino completely rejects the value-free ideal, considering the social aspects of scientific research. She thinks that a value-laden science can be reliable both in terms of epistemology and objectivity. (shrink)
Hz. Peygamber’den nakledilen rivayetler dine ait hükümleri bildirmekle beraber toplumsal ve kültürel bağları da etkilemiştir. Rivayetlerin tedvini ile birlikte ortaya çıkan hadis edebiyatı dinin bütün konularını kapsayan eserlerin yanında belirli konuları veya özellikleri barındıran metinler etrafında gelişmiştir. Bu eserlerden kırk hadisler, zayıf hükmü verilen bir rivayette geçen Hz. Peygamber’in şefaatine ulaşma ve fakih olarak diriltilme düşüncesiyle yaygınlık kazanmıştır. Özellikle Abdurrahman Câmî’nin etkisiyle kırk hadisler tam veya kısmî iktibasla ya da tercüme yoluyla nazma çekilerek Osmanlı döneminde manzum kırk hadis geleneği oluşmuştur. (...) Bu makalede zikri geçen ve zayıf kabul edilen "men hafıza" rivayeti hadis ilminin kriterlerine göre incelenmiş tespit edilen 13 sahabiden 41 farklı tariki değerlendirilmiştir. Ayrıca rivayette yer alan idrac ve lafız farklılıkları ile muhaddislerin bu rivayetle ilgili görüşleri dile getirilmiştir. Rivayetin muhtevasına dair yapılan tahlillerin yanı sıra Osmanlı şairleri özelinde rivayetin kırk hadis geleneğine etkisi ortaya konmuştur. (shrink)
Bu kitapta, Ebû İshâk es-Saffâr’ın (öl. 534/1139) kelâmî görüşleri, Telḫîṣü’l-edille li-ḳavâʿidi’t-tevḥîd adlı eserinde Allah’ın isimlerinin anlamlarını açıklarken yaptığı yorumlar çerçevesinde ele alınmaktadır. Ebû İshâk es-Saffâr, 6./12. yüzyıl Hanefî-Mâtürîdî âlimlerinden biridir. Kelâma dair Telḫîṣü’l-edille eserinde esmâ-i hüsnâ konusuna ayrıntılı olarak yer vermektedir. İki cilt hâlinde yayımlanan bu eserin yaklaşık üçte birlik bir kısmını esmâ-i hüsnâ konusu oluşturmaktadır. Bu kısım incelendiğinde, Saffâr’ın Allah’ın varlığı, birliği ve sıfatları ile ilgili konular başta olmak üzere pek çok konuyu 175 esmâ-i hüsnâya dayanarak izah ettiği görülmektedir. (...) O, esmâ-i hüsnâ bölümünde yer vermediği bazı isimlere ise müstakil başlıklar altında değinmektedir. Örneğin el-Mütekkelim ismi kelâm sıfatını bağlamında ve halku’l-Kur’ân ile icâz’ul-Kur’ân gibi konularla ilişkili bir şekilde ele almaktadır. Bu isimler de listeye dahil edildiğinde sayı 178’e ulaşmaktadır. Bu durumda eserin yarısını esmâ-i hüsnâ konusu teşkil etmektedir. -/- Saffâr, esmâ-i hüsnâ bölümünde alfabetik bir sıra içerisinde ele aldığı ilâhî isimleri öncelikle lugavî (semantik) yönden izah etmektedir. Sonrasında ise değerlendirdiği ilahî ismi, bir kelâm konusu ile bağlantı kurarak kelâmî perspektifle açıklamaktadır Esmâ-i hüsnâ temelinde ele alınan konuların hilâfet meselesi hariç diğer kelâm bahislerini kapsadığı görülmektedir. Saffâr öncesi Hanefî-Mâtürîdî kelâm literatürü içinde esmâ-i hüsnânın bu kadar kapsamlı ele alındığı başka bir eser bilinmemektedir. -/- Bu kitap; üç ana bölümden oluşmaktadır. “Metodolojik Çerçeve” başlıklı giriş bölümünde çalışmanın konusu, önemi, amacı, yöntemi ve kaynakları hakkında bilgi verilmiştir. Birinci bölümde Saffâr’ın yaşadığı sosyokültürel çevre olan Mâverâünnehir bölgesi ile Buhara ve Merv şehirlerinin siyasî, sosyal ve dinî durumu ortaya konulmaya çalışılmıştır. İkinci bölümde esmâ-i hüsna konusunun anlaşılmasına temel oluşturan isim, tesmiye, müsemmâ, sıfat ve vasf gibi kavramlar ile esmâ-i hüsnânın sayısı ve ihsâsı gibi kelâmî tartışmalara değinilmiştir. Sonrasında Saffâr öncesi dönemde kaleme alınan esmâ-i hüsnâ litaratürü hakkında bilgi verilmiştir. Bölüm sonuna Saffâr’ın rivayet ettiği 178 ilahî isme dair ayrıntılı bir tablo eklenmiştir. Üçüncü bölümde öncelikle, Saffâr’ın esmâ-i hüsnâyı izah ederken dikkate aldığı kelâmî ilkeler tespit edilmeye çalışılmıştır. Sonrasında ise Saffâr’ın Telḫîṣü’l-edille’de ilâhî isimleri açıklarken ortaya koyduğu kelâmî görüş ve değerlendirmeler belirlenerek sistematik bir şekilde kategorize edilmiştir. Bu kapsamda ele alınan her konunun sonuna ilgili ilâhî isimleri ve bağlantılı olduğu tartışmaları içeren tablolar eklenmiştir. Sonuç bölümünde ise Saffâr’ın esmâ-i hüsnâ anlayışına dayanan kelâm yöntemine dair ulaştığımız sonuçlara yer verilmiştir. Bu kitapta onun, esmâ-i hüsnânın %75’inde kelâmî yorumlarda bulunduğu ve bilgi-varlık bahsinden âhiret hayatına kadar bütün kelâm konularını esmâ-i hüsnâ ile bağlantılı yorumladığı tespit edilmiştir. Ulaşılan bu sonuçlar, Saffâr’ın kelâm anlayışının ilâhî isimlerin yorumuna dayandığını ortaya koymaktadır. [his book discusses the theological views of Abū Isḥāq al-Ṣaffār d. 534/1139), within the framework of his comments on the meanings of Allah’s names, provided in his work titled Talkhīṣ al-adilla. Abū Isḥāq al-Ṣaffār is one of the Ḥanafite-Māturīdite scholars in the 6th/12th century. In his work titled Talkhīṣ al-adilla li-qawāʿid al-tawḥīd on kalām, he spared extensive space for al-asmāʾ al-husnā. Approximately one third of this work, published in two volumes, is devoted to al-asmāʾ al-husnā. An examination of the related section reveals that al-Ṣaffār explains many issues, particularly those related to the existence, unity and attributes of Allah, based on 175 al-asmāʾ al-husnā. He mentions some of the names that he does not include in the al-asmāʾ al-husnā section under separate headings. For example, the name al-Mutakallim is addressed within the context of the attribute of kalām and in relation to subjects, such as the khalq al-Qurʾān and i‘jaz al-Qurʾān. Upon the addition of these names to the list, the number names reaches 178. This means that half of the work deals with the subject of al-asmāʾ al-husnā. -/- al-Ṣaffār lists the divine names in alphabetical order and explains them semantically in the chapter of al-asmāʾ al-husnā. Then he goes on to clarify each divine name through a theological lens with a specific reference to the subject of kalām. In the pre-Saffar Ḥanafite-Māturīdite theological literature, there is no other work that addresses al-asmāʾ al-husnā in such an extensive way. -/- This book consists of three main sections. The first section titled “Methodological Framework”, elaborates on the focus, significance, purpose and method of the study, along with the sources used. The first part describes the political, social and religious status of Transoxiana (Mā-warāʾ al-Nahr) region and the cities of Bukhara and Marw, the sociocultural environment in which Saffar lived. The second chapter addresses various concepts, which promote the understanding of al-asmāʾ al-husnā, such as name, tasmiya, musammā, attribute and qualification in addition to the theological debates such as the number and iḥṣāʾ of al-asmāʾ al-husnā. Then, it provides information about the al-asmāʾ al-husnā literature produced in the pre- Ṣaffār period. The end of each chapter comes with a detailed table with the 178 divine names mentioned by al-Ṣaffār. In the third chapter, the author initially discusses the theological principles that al-Ṣaffār considered while explaining the essence of al-asmāʾ al-husnā. This section also determines and systematically categorizes the theological views and evaluations put forward by al-Ṣaffār while explaining the divine names in Talkhīṣ al-adilla. The tables with the divine names and the related discussions can be seen at the end of the discussion for each subject. The last section presents the conclusions reached, regarding the kalām method based on al-Ṣaffār’s understanding of the essence of al-asmāʾ al-husnā. The present study revealed that he made theological interpretations in 75% of the al-asmāʾ al-husnā and interpreted all theological issues ranging from the subjects of knowledge and existence to the Afterlife in connection with the al-asmāʾ al-husnā. These results indicate that al-Ṣaffār's understanding of kalām is based on the interpretation of the divine names.]. (shrink)
Wittgenstein et la philosophie austro-allemande , de Kevin Mulligan, ras - semble huit études dont l’ambition affichée est à la fois historique et philo - sophique. Leur intérêt n’est pas seulement de révéler, avec lucidité et profondeur, des accointances jusqu’ici quasiment inexplorées avec Brentano et ses héritiers proches ou lointains. La question est aussi de savoir quelles positions sont préférables là où elles divergent. Je voudrais d’abord discuter un détail historique qui me fait problème, sans être tout à fait sûr (...) que le désaccord soit plus qu’une question de formulation. Cette première discus - sion en amènera une seconde dont l’enjeu, philosophique cette fois, est celui- ci : sur un point précis où Mulligan accorde sa préférence à Wittgenstein, à savoir sur l’ a priori , une certaine conception brentanienne me paraît pour ma part préférable. Comme le point me semble philosophiquement central, j’espère apporter par là un peu plus qu’une remarque de détail. (shrink)
Tarih boyunca Kur’an’ı anlama ve yorumlama faaliyetinin metodolojik bir zemine oturtulmasına yönelik çabaların semeresi olarak oluşup şekillenen klasik Ulûmu’l-Kur’an bahislerinden biri olan nesh konusu Sünnî gelenekte olduğu kadar Şiî gelenekte de farklı yorumlara konu olmuştur. Şiî müfessirler çoğunlukla bu kavramın anlam ve izahı ile ilgili olarak Sünnî meslektaşlarıyla benzer tutumlar sergilemiş olsalar da belli kırılma noktalarında onların kendilerine özgü yaklaşımlara sahip olduğu da gözlemlenebilmektedir. Özellikle nesh ve bedâ kavramları arasındaki benzerlik ve karşıtlık noktaları ile neshin Kur’an dilindeki isimlerinden biri olan (...) insâ kavramı bu farklı yaklaşımların temerküz ettiği hususlar arasında sayılabilir. Bu yazı söz konusu kavramın Şiî tefsir edebiyatı içerisinde nasıl anlaşılmış olduğunu izlemenin yanı sıra bu geleneğin Sünnî gelenekten ayrıştığı noktalara titizlikle işaret edebilmek için kimi değerlendirmeler yapmayı da amaçlamaktadır. Özellikle bedâ kavramı çerçevesinde Şiî tefsir ve daha genel anlamda Şiî düşünce hakkında ağırlıklı olarak dışarıdan teşekkül etmiş algı, bu düşüncenin ilahî bilgide değişiklik ya da eksiklik gibi illetleri mümkün gördüğü şeklindedir. Ne var ki doğrudan Şiî bilginlerin tefsir metinlerinde böyle bir yargıyı doğrulamak için yeterli veri bulunmamaktadır. İnsâ kavramı ise Şiî müfessirler tarafından, onların peygamberlerin ismeti konusundaki hassas tutumlarının neticesi olarak, farklı yorumlara ve mezhep içi tartışmalara konu olmuştur. Bu tartışmalarda Şiî bilginler imamlardan nakledilen rivayetlerin literal anlamlarına sadık kalmakla teorik tutarlılığı sürdürme arasında farklı konumları benimsemişlerdir. Bu bağlamda bu yazı, tefsir disiplini çerçevesinde benimsenen genel kabullerin metin yorumunda sebep olduğu gerilimlere ve açtığı diyalektik düşünme imkânlarına dair daha kapsamlı çalışmalar için bir tür giriş/başlangıç noktası oluşturmayı da hedeflemektedir. (shrink)
After Einstein presented his “special theory of relativity” with its marvelous principles, “principle of relativity” and “the constant speed of light”, it led to bizarre implications, such as, time dilation, length contraction, energy-mass conversion, and invariance of the space-time interval, we had trouble to understand these stunning consequences with our very classical ontology, which can be regarded as Aristotelian ontology. Thus, both physicists and philosophers have required a new kind of ontology, capable of explaining the new phenomena. Hermann Minkovski proposed (...) that Einstein’s theory implies a “four-dimensional space-time”, instead of a three-dimensional space with time passing over space. Accordingly, the universe consists of four-dimensional stuff such as events. Event ontology goes together with “block universe argument”. Accordingly, the universe looks like a block of ice or a loaf of bread and in which past, present and future take place together. Therefore, block universe argument makes impossible change, motion, and causal relations. Although they sound strange, “simultaneity of relativity”, an outcome of special theory of relativity, supports event ontology and block universe argument. Nevertheless, there are plenty of difficulties come along with the event ontology. In this paper, I will discuss those handicaps of the argument that events are basic components of the universe.Einstein, “özel görelilik kuramını” ve olağanüstü iki ilkesini, “görelilik ilkesini” ve “ışık hızının sabitliğini”, sunduktan sonra, bu kuramın Aristotelesci ontoloji olarak tabir edebileceğimiz klasik ontolojinin kavramlarıyla anlaşılması zor çıktıları oldu. Örneğin, zamanın genişlemesi, uzunluğun kısalması, enerji-kütle değişimi ve uzam-zaman aralığının değişmezliği gibi. Bu nedenle, hem fizikçiler hem de felsefeciler yeni keşfedilen olguları açıklayabilecek yeni bir ontolojinin gerekliliğini duydular. Hermann Minkovski proposed that Einstein’ın kuramının; zamanın, uzamın dışında olduğu üç-boyutlu uzam yerine “dört-boyutlu bir uzam-zaman” içerdiğini iddia etti. Buna göre evren, “olaylar” gibi dört-boyutlu şeylerden ibaret. Olay ontolojisi, “blok evren argümanı” ile uyuşur. Blok evren argümanına göre, evren bir buz kütlesine ya da bir somun ekmeğe benzer. Geçmiş, şimdi ve gelecek bu bloğun içinde aynı anda yer almaktadır. Bu nedenle blok evren argümanı; değişimi, hareketi ve nedensel ilişkileri imkansız kılar. Bu argüman tuhaf görünse de özel görelilik kuramının bir çıktısı olan “göreliliğin eş zamanlılığı”, olay ontolojisini ve blok evren argümanını destekler. Yanı sıra olay ontolojisi pek çok zorluğu da beraberinde getirir. Bu makalede, olayların evrenin temel yapı taşları olduğu iddiasınının zorluklarını tartışacağım. (shrink)
Theodor W. Adorno, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemin önde gelen filozof ve toplum kuramcılarından biridir. Eleştirel Kuramın gelişmesinde önemli rolü olan, özgün ve de genellikle zor olan yazıları sadece temel felsefi sorular ileri sürmekle kalmayıp aynı zamanda edebiyat, sanat, müzik, sosyoloji ve siyaset kuramına ilişkin derin analizler de sunar. Bu kapsamlı kitapta Brian O’Connor, Adorno’nun felsefesini, onun eserleriyle ilk kez karşılaşanlara açıklamaktadır. O’Connor, bu amaçla, yaşamı ve entelektüel çevresinin bağlamını oluşturan ana felsefi görüşleri aracılığıyla Adorno felsefesinin merkezi unsurlarını değerlendiriyor. Bu (...) bağlamda Aydınlanmanın diyalektiği, şeyleşme, bütünsellik, dolayımlama, özdeşlik, özdeşsizlik, deneyim, negatif diyalektik, içkinlik, özgürlük, özerklik ve sanatta taklit gibi kavramları, felsefesinin temel alanları üzerinden tartışıyor. Kronoloji ve terimler sözlüğünün yanı sıra ek okuma önerileri de içeren Adorno, felsefe, edebiyat, sosyoloji ve kültürel çalışmalarla ilgilenenler için ideal bir giriş kitabı... (shrink)
Dürziler, gerek itikadi açıdan gerekse de hukuki prensipleri bağlamında Osmanlı-Hanefi ideolojisi dışında kalan bir cemaatti. Bununla birlikte Dürzi liderler 19. Yüzyılın başlarına kadar devletin Cebel-i Lübnan’daki idari tem-silcileri olarak siyasi otoriteyi ellerinde tutmayı başardılar. Bunun yanı sıra geleneksel hukuklarını da koruyan Dürziler, Osmanlı Devleti’nin sosyal yapısını oluşturan Millet Sistemi içinde farklı bir pozisyonda kimlik edindiler. Tanzimat reformlarının Cebel-i Lübnan’da uygulanmaya başlaması ise Dürzilerin kimlik tanımlarında siyasi paradigmaların dışına çıkmalarına sebep olmuş, Osmanlı kimliğini İslami terminolojiyle tamamlamak adına hareket eden cemaat, hukuki (...) statülerini bir meşruiyet aracı olarak kullanmaya başlamış ve devletin değişen reformist duruşu karşısında farklı bir hukuki yer edinmeye çalışmışlardı. Bu çalışma, Cebel-i Lübnanlı Dürzilerin Osmanlı Devleti’nin son zamanlarında ortaya çıkan kimlik problemine bakışlarını ele almakta, cemaatin meşruiyet kaygılarına karşı aldığı tedbir ve devletin hukuk politikasını incelemektedir. Araştırmada kendi kaynaklarında ve Osmanlı arşivinde yer alan bazı Dürzi davalarından örnekler verilerek cemaatin iç hukukuna değinilmiş, ayrıca devletin mezhep siyasetinde izlediği yöntemin Dürziler üzerindeki etkisi analiz edilmiştir. (shrink)
re s u m o O pre s e nte artigo se inic ia com uma cláusula interna à filosof ia de l e u z e a na, a de que todo pens a me nto pode ser carc t e r i z a do pelo grau de ima n ê nc ia que o me s mo realiza. O pens a me nto de Hu me, como “e m p i r i s mo superior”, segundo ex (...) p ressão de Deleuze, pro mo v e r ia a ima n ê nc ia, ou seja, ele não se re nde r ia a ne n hum tra ns c e nde nt e. Ao me s mo tempo, como s u p e r i o r, se trata de um empirismo que não se pre nde ao ime d ia - t a me nte da do, como suporia um “e m p i r i s mo ing ê nuo”. Por isso, o empirismo seria um p e ns a me nto da ima n ê nc ia que apre s e nta certa alçada tra ns c e ndental, permitindo a Deleuze falar em “e m p i r i s mo tra ns c e nde nt a l ”. A complexa fórmula filosófica re s u m ida nessa ex p ressão de l e u z e a na será por nós, aqui, tratada sob o ponto de vista Hume, de mo do que o ceticismo humeano será tomado como um operador de imanência que of e - rece ao empirismo sua dimensão transcendental. Tal tra t a mento será levado a cabo em duas etapas, quais sejam: a) ceticismo e pro b l e ma da disjunção inclusiva na int e ra ç ã o das fa c u l da des ; b) ceticismo e tra ns c e ndent a l ida de dos juízos empíric o s. palavras-chave Ceticismo; Empirismo; Hume; Deleuze; Transcendental; Imanência. (shrink)
Yavuz [Altıntaş], Miyase. İctihadın Modern Müslüman-Çoğunluklu Ülkelerin Aile Hukuku Reformlarındaki Rolü: Fas Örneği. Doktora Tezi, SOAS Londra Üniversitesi, Hukuk ve Sosyal Bilimler Fakültesi Hukuk Anabilim Dalı, İngiltere, 2018. Bu çalışmanın temel amacı ictihadın modern dönemdeki kavramsallaştırma ve hukuki temellendirmelerini analiz ederek İslam hukukunun modern Müslüman-çoğunluklu ülkelerde uygulanmasındaki rolünü araştırmaktır. Bu araştırmada ictihadın hukuk reformlarında neden ve nasıl kullanıldığı meselesinin yanı sıra uygulama esnasında hangi motivasyonlar, teknikler, formlar ve muhakeme usullerinin benimsendiği incelenmektedir. Aynı zamanda ictihadın birincil kaynaklara, yani Kur ’an ve (...) S ünnet ’e d önülerek mi yoksa klasik İslam hukuk bilimi içerisinde var olan hukuki görüşlerden seçmek suretiyle mi yapıldığı analiz edilmektedir. Son olarak klasik İslam hukuk teorisi kuralları ve prensiplerinin ne derece itibar gördüğü ve bunların günümüzde ictihad vasıtasıyla ger çekleştirilen reformlarda ne derece takip edildiği araştırılmaktadır. Tezin ana odak noktasını modern Müslüman-çoğunluklu ülkelerde İslam hukukunun en yaygın uygulanan yönü olması sebebiyle aile hukuku teşkil etmektedir. 2004 Fas Aile Kanunu reformlarıictihada dayanılarak uygulamaya konduğundan dolayı özellikle incelenmiştir. Tezin ana argümanı ictihadkavramının klasik ana akımdaki anlayıştan tanım, kapsam ve ictihadetme yetkisi açısından farklılık gösterse de modern dönemdeki ictihadkavramsallaştırmaları ve uygulamalarının İslam hukuku içerisinde yer alması gerektiğidir. Nitekim kavramsal bir analiz yapıldığında özellikle tarihi bağlamın sosyo-politik değişikliklerinin zemin hazırladığı çeşitli ictihadanlayışlarının ve uygulamalarının İslam hukuk tarihi içerisinde var olduğu görülmektedir. Modern dönem ictihaduygulamalarına bakıldığında çoğunun genel olarak klasik İslam hukuk teorisinin detaylı kural ve prensiplerini sıkı bir şekilde takip etmediği görülmektedir. Bununla birlikte bu uygulamalar hukuki temellendirmelerden mahrum değildir ve bazıları klasik İslam hukuk bilimi içerisinde kaynağını bulabilmektedir. Dahası bu uygulamalar iptidai de olsa meşru bir teorik çerçeve sunmaktadır. (shrink)
resumo O texto aborda algumas noções centrais nos estudos que Merleau-Ponty realizava através de seus cursos nos Collège de Fra nce ent re os anos de 1954 e 1960. Trata da passagem da anima l idade ao corpo hu mano, e tão importante quanto marcar sua diferença, procura mostrar seu Ineinander, um no outro ou pertença comum. A seguir, dá destaque às noções de instituição e de inc o ns c ie nte: com a prime i ra, o filósofo pretende (...) superar os limites da noção de cons c i ê ncia, com a segunda, marca distânc ia da noção em Lévi-Strauss e intensifica o debate com o freudismo. palavras-chaves Fenomenologia; Merleau-Ponty; natureza; corporeidade; inconsciente. (shrink)
re s u m o O pre s e nte artigo se inic ia com uma cláusula interna à filosof ia de l e u z e a na, a de que todo pens a me nto pode ser carc t e r i z a do pelo grau de ima n ê nc ia que o me s mo realiza. O pens a me nto de Hu me, como “e m p i r i s mo superior”, segundo ex (...) p ressão de Deleuze, pro mo v e r ia a ima n ê nc ia, ou seja, ele não se re nde r ia a ne n hum tra ns c e nde nt e. Ao me s mo tempo, como s u p e r i o r, se trata de um empirismo que não se pre nde ao ime d ia - t a me nte da do, como suporia um “e m p i r i s mo ing ê nuo”. Por isso, o empirismo seria um p e ns a me nto da ima n ê nc ia que apre s e nta certa alçada tra ns c e ndental, permitindo a Deleuze falar em “e m p i r i s mo tra ns c e nde nt a l ”. A complexa fórmula filosófica re s u m ida nessa ex p ressão de l e u z e a na será por nós, aqui, tratada sob o ponto de vista Hume, de mo do que o ceticismo humeano será tomado como um operador de imanência que of e - rece ao empirismo sua dimensão transcendental. Tal tra t a mento será levado a cabo em duas etapas, quais sejam: a) ceticismo e pro b l e ma da disjunção inclusiva na int e ra ç ã o das fa c u l da des ; b) ceticismo e tra ns c e ndent a l ida de dos juízos empíric o s. palavras-chave Ceticismo; Empirismo; Hume; Deleuze; Transcendental; Imanência. (shrink)
Mezheplerin teşekkül etmeye başladığı ilk dönemlerden itibaren istihsanın bir istidlal yöntemi olup olmadığı tartışılagelmiştir. Bu tartışmaların temelinde kavramsallaşma sürecini henüz tamamlamamış olan istihsan teriminin çağrıştırdığı keyfiliğin/sübjektivitenin etkisi çok fazladır. Bu yüzden istihsanı bir yöntem olarak benimseyenler, ağır ithamlara maruz kalmışlardır. İstihsanı benimseyenlerin başında Hanefî hukukçular gelmektedir. Öyle ki istihsan yöntemi Hanefî mezhebiyle anılır hale gelmiştir. Bununla birlikte mezhebin önde gelen temsilcilerinden biri olan ve kıyas metodunu kullanmasıyla ön plana çıkan Züfer b. Hüzeyl’in istihsana yaklaşımıyla ilgili iki farklı yaklaşım tespitedilmiştir. Yaptığımız (...) araştırma ve inceleme neticesinde her iki tespitinde isabetli olmadığını; Züfer b. Hüzeyl’inkıyas yapmadaki becerisinin yanı sıra istihsana müracaatta sonuna kadar kıyas taraftarı olduğunu; ancak kıyasın meselelere çözüm üretmede yetersiz kaldığı ya da doğru sonuç vermediği durumlarda ise ızdırârın da bir gereği olarak meseleyi hükümsüz bırakmama adına istihsana müracaat ettiği görülmektedir. Sonuç olarak Züfer b. Hüzeyl’in genel hatlarıyla Hanefî usulüne bağlı kalmakla birlikte istihsanı bir istidlâl yöntemi olarak kullanma hususunda çerçeveyi oldukça daralttığını; kıyasa başvurma konusunda ise sınırları mümkün olduğunca geniş tuttuğunu söylemek mümkündür. İctihad hürriyeti ve hukûkî zenginlik açısından oldukça önemli olan Hanefi mezhebindeki mezhep içi ihtilaflar, hukûkî istikrar ve emniyeti tehdit etme potansiyeli taşımakta ve ayrıca ihtilaflı meselelerde hüküm veya fetva verecek fakihlerin işini zorlaştırmaktadır. Bu nedenle mezhep içerisindeki ihtilaflı meselelerde râcih görüşü tespit etmek, diğer bir ifadeyle mezhep içi tercih, zorunlu bir ihtiyaçtır. Mezhep içi tercih, “muayyen bir mesele ile ilgili mezhepteki muhtelif kavil veya rivayetlerden daha ağır basanı, üstün olanı belirlemek” şeklinde tarif edilebilir. Tarihi süreçte bu ihtiyacı karşılamak için muhtasar ve fetva kitapları gibi farklı telif türleri; esahh-ı akvâl ve maʻrûzât gibi farklı uygulamalar ortaya çıkmıştır. Bu ihtiyacı gidermeyi hedefleyen uygulamalardan biri de Osmanlı Devleti’nin son dönemindeki kanunlaştırmalardır. Fıkha dayalı kanunlaştırmanın ilk örneği olan Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye ile mezhep içi tercih arasındaki ilişki ve bu bağlamda Mecelle hazırlanırken, mezhep içi tercihte nasıl bir usûl izlendiği; râcih görüşe ne oranda uyulduğu; Mecelleʼde yer alan râcih görüşe aykırı kanun maddeleri ve bunların gerekçeleri; ihtilaflı bütün konularda düzenleneme yapılıp yapılmadığı ve râcih görüşleri belirleme ihtiyacının ne kadar giderildiği, incelenmesi gereken konulardır. Mecelle-i Ahkâm-ı Adliyye gibi bir kanun metnine ihtiyaç duyulmasının temel nedenlerinden birisi, Hanefî mezhebinde mezhep içi ihtilafların çokluğudur. Buna bağlı olarak Mecelleʼnin hedefi râcih görüşler içeren oluşan bir kanun hazırlamaktır. Mecelle’nin esbâb-ı mûcibeleri mezhep içi tercih açısından incelendiğinde, esbâb-ı mûcibelerin iki temel işlevi olduğu görülür. Bunlardan ilki, kanunun büyük oranda mezhepteki râcih görüşlere uygun olarak hazırlandığını vurgulamaktır. Öyle ki, Mecelle’nin ilk on kitabının esbâb-ı mûcibelerinde bu husus mutlaka ifade edilmektedir. Esbâb-ı mûcibelerin diğer işlevi ise niçin bazı maddelerde râcih görüşe riayet edilmediğini gerekçelendirmektir. Esbâb-ı mûcibelerde on iki maddenin râcih olmayan görüş doğrultusunda hazırlandığı belirtilmektedir. Mecelleʼnin 1851 maddeden oluştuğu göz önünde tutulduğunda Mecelleʼnin muhtevasında râcih görüşlerin ne kadar etkili olduğu daha iyi anlaşılacaktır. Esasen devrin özelliği de bunu zorunlu kılmaktadır. Zira Kitâbüʼl-Havâlenin 692. maddesinde Züferʼin râcih olmayan görüşünün tercih edilmesi, başta Şeyhülislam Hasan Fehmi Efendi olmak üzere bazı çevrelerin tepkisine neden olmuş ve bu sebeple Ahmet Cevdet Paşa Divân-ı Ahkâm-ı Adliyye nâzırlığından ve Mecelle Komisyonu başkanlığından azledilmiştir. Râcih görüşe aykırı maddelerin esbâb-ı mûcibeleri incelendiğinde, bu yöndeki tercihlerde maslahat ve örfün belirleyici olduğu görülmektedir. Ayrıca bazı fakihlerin tercihlerinin de bir tercih sebebi olarak zikredildiği görülmektedir. Hanefi kaynaklarda en sık karşılaşılan tercih sebebi naslara uygunluktur. Buna karşın Mecelleʼde sefîhin hacri konusu dışında, naslara uygunluğun bir tercih sebebi olarak işletilmemesi dikkat çekicidir. Mecelle Komisyonunun bazı tercihlerine diğer kurumlarca müdahale edilmiştir. Komisyonca hazırlanan kitaplar hem Meclis-i Vükelâ hem de Meşîhat tarafından incelenmiş ve bu esnada bazı tashihlere konu olmuştur. İşte râcih olmayan görüş esas alınarak hazırlanan iki maddeye Meclis-i Vükelâ tarafından müdahale edilmiştir. Bunların birincisi hakk-ı mürur ve hakk-ı şirbin müstakil olarak satımının cevazını savunan Belh Meşâyihinin görüşü doğrultusunda yazılan 216. madde, ikincisi ise ecîr-i müşterekin tazmin sorumluluğunu düzenleyen 611. maddedir. Mecelle’nin ilk ve en hacimli kitabı olan Kitâbüʼl-Büyûʻun muhtevası mezhep içi tercih açısından incelendiğinde, ihtilaflı konularda genelde mezhepteki râcih görüşün esas alındığı görülmektedir. Kitâbüʼl-Büyûʻun esbâb-ı mûcibesinde, dört meselenin râcih olmayan görüş esas alınarak hazırlandığı ifade edilmekte ve bu tercihler örf ve maslahatla gerekçelendirilmektedir. Ancak Kitâbüʼl-Büyûʻdaki râcih görüşe aykırı maddeler bunlarla sınırlı değildir. Bizim araştırmamıza göre bunlara ilaveten üç madde daha râcih olmayan görüş tercih edilerek hazırlanmıştır. Bunlar beyʻ biʼl-vefânın menkullerde cevazına dair 118. madde, gabn-i fâhişin tanımı hakkındaki 165. madde ve şart muhayyerliğinin hükmü ile ilgili 309. maddedir. Bu üç madde, Mecelleʼdeki râcih görüşe aykırı düzenlemelerin sadece esbâb-ı mûcibelerde açıklananlardan ibaret olmadığını göstermektedir ve bu durum Mecelle hazırlanırken izlenen usûle aykırıdır. Hanefi mezhebindeki bazı ihtilaflı meselelerde hangi görüşün râcih olduğu konusunda tercih ehli fakihler ihtilaf etmişlerdir. Bu meselelerde Mecelleʼde düzenleme yapılırken nasıl bir yol izlendiği açıklanmamıştır. Bu meseleler incelendiğinde çoğunluk tarafından tercih edilme, kolaylığı temin etme ve bazı fakihler tarafından tercih edilme gibi hususların etkili olduğu söylenebilir. Mecelleʼdeki tercihler sadece şerʻî hükümler arasında gerçekleşmemiştir. Buna ilaveten tanımlar ve tanımlarda yer alan kayıtlar da tercihe konu olmuştur. Bu kapsamda Kitâbüʼl-Büyûʻdaki beyʻ akdi, mevkûf akid ve gabn-i fâhişin tanımına ilişkin tercihler örnek olarak zikredilebilir. Hanefi mezhebin içerisindeki ihtilaflı bazı meseleler Mecelleʼde düzenlenmemiştir. İhtilaflı meselelerin çokluğu ve dolayısıyla bütün bunları kapsayan bir kanun hazırlamanın zorluğu dikkate alındığında bu durum doğaldır. Ayrıca bu meselelerden bazıları sık gerçekleşmediği ve lüzumlu görülmediği için Mecelleʼde düzenlenmemiş olabilir. Ancak düzenleme yapılmayan ihtilaflı meselelerin tamamını bu sebeplerle izah etmek mümkün değildir. Zira yasal düzenleme yapılmayan ihtilaflı meselelerin bazıları temel, görece önemli meselelerdir ve muhtasarlarda yer almaktadır. Bu durum Mecelle hazırlanırken, ihtilaflı bazı meselelerde tercih yapmak yerine bu meselelere ilişkin düzenleme yapmama metodunun benimsendiğini göstermektedir. İhtilaftan ârî bir kanun metni oluşturmanın bir yolu olarak da bu usûlün benimsendiği söylenebilir. Böylece bu meselelerde râcih görüşü tespit etme işi hâkimlere bırakılmıştır. Bu durum Mecelleʼnin hedefi olan râcih görüşleri tespit etme ihtiyacını gidermeye uygunluk arz etmemektedir. Ancak bu durum bütün meseleleri kuşatan bir kanun yapmanın güçlüğünün bir sonucudur. (shrink)
17. yy. da Osmanlıların bir eyaleti olan Trablusgarb’da doğup büyüyen Ahmed b. Huseyn el-Behlûl, Mısır’ın önemli ilim adamlarından eğitim almış sonra memleketine dönmüştür. Osmanlı dönemi şairi Ahmed el-Behlûl, şairlik yönünün yanı sıra Akâid sahasında Durretu’l-‘Akâi’d, Fıkıh sahasında el-Mu‘ayyene ve el-‘Izziyye ve Arap Dili ve Edebiyatı sahasında el-Makâmetu’l-Vitriyye gibi eserleri telif ederek çeşitli sahalarla ilgilenmiş bir âlimdir. Behlûl, ed-Durru’l-Asfâ ve’z-Zebercedu’l-Musaffâ fî Medhi’l-Mustafâ ismiyle meşhur divânını tamamıyla Hz. Muhammed’i medhe tahsis etmiştir. Başta Libya olmak üzere Kuzey Afrika’da meşhur olan Divan, Kâdî ‘İyâz’ın (...) el-‘Iyâdiyye isimli manzumesine yazılmış bir tahmis olup Arap alfabesinin 29 harfinin her biriyle başlayıp beşlemelerin sonlarını da yine aynı harfle bitirdiği 29 kasideden oluşur. Şair, divanında Hz. Peygamber’in doğumu, nesebi, güzel ahlakı ve şemâili, mucizeleri, şirkin onunla ortadan kalktığı, şefaati, peygamberler arasındaki üstünlüğü, yaşadığı kutsal mekânlar, O’na duyulan özlem, O’na, Ehli Beytine ve Ashabına salavât getirmenin önemi, O’nun günah ve hatadan kurtarıcı olması ve ümmeti olmanın ayrıcalığı konularına değinmiştir. (shrink)
Kur’an-ı Kerim indirildiği günden bugüne hem muhtevası hem de üslubuyla gerek inananların gerekse inanmayanların hep ilgisini çekmiştir. Bu ilgi zamanla onun başka dillere tercümesini beraberinde getirmiştir. Bu tercüme faaliyetleri aynı şekilde hem Müslümanlar hem de Gayr-i Müslimler tarafından yapılmıştır. Kur’an-ı Kerim’in kendine has ve tarih boyunca benzerinin getirilemediği eşsiz bir üslubu vardır. Onun üslubunun eşsiz olması aynı zamanda başka dillere tercümesini de zorlaştırmaktadır. Ancak Kur’an hitabının tüm insanlara yönelik olması onun başka dillere tercümesini de zorunlu kılmıştır. Bugüne kadar farklı dillere (...) yapılmış Kur’an tercümelerinin sayısı yüzü aşmıştır. Bu tercümelerin her birinin Kur’an’ı doğru anlamaya katkı sunmak iddiası, tercümelerde takip edilen yöntemi de belirlemiştir. Bu yöntemlerden en çok tercih edileni hiç kuşkusuz anlamın tercümesi yöntemidir. Bu yöntemin yanı sıra harfi harfine tercüme de başvurulan yöntemlerden bir tanesidir. Merhum Muhammed Hamidullah’ın Fransızca’ya yaptığı Le Saint Coran adlı tercüme bir Müslüman âlim tarafından yapılmış ilk harfi harfine tercüme örneğidir. Muhammed Hamidullah’ın Doğu ve Batıyı bilen ve çok çeşitli alanlara hâkim bir ilim adamı olması yaptığı bu tercümeyi dikkate değer kılmıştır. Bunun yanı sıra daha başka özellikleri ile de dikkat çeken bu Fransızca çeviri Aziz Kur’an: Çeviri ve Açıklama şeklinde Türkçeye tercüme edilmiştir. Bu çalışmada, Türkiye’de hatırı sayılır derecede bir okuyucu kitlesine sahip olan Hamidullah’ın, Türkçeye aktarılmış bu tercümesi değerlendirilecektir. (shrink)